“SİSTEM ÇÖKTÜ… MENFAAT İÇİN SİYASET DÖNEMİ… YENİDEN UYANIŞ ŞART”
Eczacı kalfası olarak 13 yaşında iş hayatına atıldı, ardından eczacı oldu. Kalfalık, sürekli dolaşma “istihbaratçı” olarak onu Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) ile tanıştırdı; 15 yaşında teşkilata alındı, yemin verdi. Futbol sahalarına adını yazdırdı, milli forma giydi. Ve 14 yılı milletvekilliği olmak üzere 30 yıllık siyasi hayatında hep örgütçü kimliğiyle “mutfakta” yer aldı, “abi”lerden oldu. Kabine kurdu/bozdu, bugünün aktörlerinin çoğunu siyasete veya makamlara taşıyan isim olarak bilindi ama kabinelerde hiç görev almadı. Derviş Eroğlu ile başkanlık yarışının ardından kurucusu olduğu UBP’den1994’te ayrıldı, parti/partiler kurdu, kısa süre DP’de çalıştı, birçok yeni ismi siyasete taşıdı. “Tam zamanında” diyerek siyasetten 2004 yılında kendi kendini “emekliye” ayırdı ama profesyonel siyasetçilerden fazla fiili siyasetin göbeğinde. Yaklaşık 40 yıldan beri Sarayönü’nün istasyonlarından, partileri aratmayan uğrak yeri eczanesinde o hâlâ dert babası, siyasilerin abisi…
Sosyal yanı, iletişimi çok güçlü olmasına karşın Enver Emin ile konuşmak çok da kolay olmadı. Belki fazla biriktirmesi, belki söyleyemeyeceklerinin derinliği, belki biraz muhafazakârlık, belki de hâlâ aktif yaşamın içinde olması nedeniyle… Ancak aracılarla ikna turları sonunda önce yazılı, ardından sohbet, sonra tekrar yazılı konuşarak yapabildik röportajı. Birçoğunda olduğu gibi çok soru/konu da yanıtsız kalarak. Rahmetli Mustafa Çağatay’a atıf yaparak “Bazı şeyleri bizle birlikte mezara götüreceğiz” diyerek konuşmadıklarının esaslar olduğuna da vurgu yaptı!
Yıllarca birlikte çalıştığı bugünün Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve Başbakanı İrsen Küçük için “kurnaz”, “devirleri kapandı” diyen; güncel siyaseti yorumlarken Eroğlu’nun aslında hiç bir zaman İrsen Küçük’ü sevmediğini, benimsemediğini anlatan; “Her dönem rakipler birilerinin adamı, piyonu olarak nitelendi” diyerek aslında ülkede siyaset kültürünün hiç değişmediğine vurgu yaptı. Trafik kazasında hayatını kaybeden yakın arkadaşı Raif Denktaş’ın cenaze törenine, dönemin Cumhurbaşkanı, baba Rauf Denktaş’ın Mehmet Bayram’la evine gönderdiği mesajla katılamadığını ise, acı bir not olarak belki ilk kez kayıtlara geçirdi.
KALEBURNU’NDAN AKDENİZ’E, LEFKE’DEN MAĞUSA’YA
Enver Emin 1943 Akdeniz doğumlu. Ama aslında Akdenizli değil, Kaleburnulu. Sahil bekçisi baba Mehmet Emin’in farklı yerlerde görev yapması, onun da sürekli dolaşmasına neden oldu. Bu becayişler (tayinler) nedeniyle Akdeniz’de doğdu; ilkokulun yarısını Gemikonağı’nda, geri kalan yarısını da Lefke ve Mağusa’da okudu. Mağusa, orta eğitimin ardından iş ve teşkilat yaşamının da başladığı durak oldu.
Diğer üç kardeş de Enver Emin gibi girişimci. Mulla Emin Mağusa’da makinist, Hüseyin Emin avukatlıktan emekli, ailenin tek kızı Güney Balcı da işkadını.
KALFALIK İSTİHBARATÇI YAPTI, ANT İÇEREK TMT’Lİ OLDU
Fakir bir aileden gelmesi, onu çocuk yaşlarda iş hayatı ile tanıştırdı. Ortaokula başladığı ilk yıl, daha 13 yaşındayken, Mağusa’nın ünlü eczacılarından Nebil Nabi’nin yanında çalışmaya başladı. İlaç sıkıntısı yaşanan, ilaçların doğal yöntemlerle yapıldığı, sayılı eczacının bulunduğu, evlere kadar tedavi götürülen yıllar. Farklı bölgelere ilaç taşıması, özellikle Rumların yaşadığı Maraş’a girip çıkması istihbarat açısından cazip gelince, TMT’ye alındı. Teşkilatın yeni kurulduğu, mücadelenin kızıştığı yıllar, 1958… Enver Emin 15 yaşında. Ustası Nebil Nabi de TMT’de. Tüm teşkilatçılar gibi detaya girmeden, ayrıntı vermeden, “Perde arkasında, görmediğimiz biri önünde bayrak ve kuran üzerine yemin ettik” diyor.
Yemini de hala hatırlıyor…
“Kıbrıs Türkü’nün yaşayış ve hürriyetine; canına, malına ve her türlü anane ve mukaddesatına her nereden ve kimden olursa olsun vaki olacak tecavüzlere karşı koymak için kendimi Türk milletine adadım. Ölüm dahi olsa verilen her vazifeyi yapacağım; bildiğim, gördüğüm, işittiğim ve bana emanet edilen her şeyi canımdan aziz bilip sonuna kadar muhafaza edeceğim. Gördüklerimi, işittiklerimi, hissettiklerimi ve bana emanet edilenleri hiç kimseye ifşa etmeyeceğim. İfşaatın bir ihanet sayılacağını ve cezasının ölüm olacağını biliyorum. Yukarıda sıralanan hususları harfiyen tatbik edeceğime şerefim, namusum ve bütün mukaddesatım üzerine söz verir, ant içerim.”
“Namık Kemal Lisesi özel bir okuldu, özel görevle Türkiye’den gelen öğretmenler vardı. Örgütlenme yeriydi” diyerek bir dönem, özellikle bu okulda okuyan öğrencilerin çoğunluğunun teşkilatta toplumsal mücadeleye katıldığına da işaret etti.
“TOPLUMSAL DİRENİŞ BAYRAMI” ONUN ESERİ
Daha çocuk yaşlarda yaşadığı bu deneyimle, sonradan siyasette söz sahibi olunca ilk icraatlardan biri olarak yeraltı teşkilatı TMT’nin kuruluş tarihi olan 1 Ağustos’u “Toplumsal Direniş Bayramı” olarak önerdi. Meclis’e taşıdığı bu önerinin yasalaşmasıyla Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın da kuruluş ve adanın Kıbrıs’ın Türkler tarafından fethinin yıldönümü olan bu tarih “bayram” olarak kutlanır hâlâ. “Ama bugün bu çok önemli tarih sadece tatil ve çelenk koyma olarak algılanıyor. Oysa verilen mücadelenin, yaşanan sıkıntıların, nereden nereye geldiğimizin anlatılması gerekir. Genç nesillere bunlar hiç anlatılmadı” diyerek burukluğunu da ekledi.
BİR DÖNEMİN SON TEMSİLCİSİ
Lisenin ardından Türkiye’de eczacılık eğitimi için burs alır Enver Emin. İstanbul’da ilk yılı tamamlar. Ancak abisi de üniversitededir ve ailenin iki çocuğu birden okutmaya mali gücü yetmez. Bir tercih yapılması gerekir ve daha alt sınıfta olan Enver adaya döner. O yıllarda, Sağlık Bakanlığı bünyesinde ilaçların üretimi, dağıtımı ve insana etkileriyle ilgili derslerde başarı halinde eczacı olmak mümkündü. İngiliz Sömürge Yönetimi’nin sağladığı bu avantajı kullanır ve okulun ilk yılındaki ders notlarının da yardımıyla Sağlık Bakanlığı’nın derslerini 1.5 yılda tamamlar. Ünlü eczacılar Kamuran Aziz, Kemal Feridun, Nebil Nabi gibi, o da bu yöntemle eczacı olur. Yıl 1963…“Ben bu dönemin son temsilcisiyim, sonrasında üniversite mezunu eczacılar dönemi başladı” diyor.
40 YILDAN BERİ UĞRAK YERİ
Eczacı Enver Emin, Lefkoşa Türk kesimindeki devlet hastanesinde bir süre çalıştıktan sonra Mağusa’dan Lefkoşa’ya taşınan Nebil Nabi’nin eczanesine ortak olur. 1974’te de Sarayönü olarak bilinen Atatürk Meydanı’nda hâlâ faaliyette olan, sonradan aile şirketine dönüşerek yayılan Enver Eczanesi’ni açar.
Aynı yıl başlayan siyasi hayatı nedeniyle ailesiyle birlikte mesleğini de ihmal ettiğine inanıyor hâlâ. “İhmal ettiğim için iflas ettim, arada siyasetten ayrılarak toparlamaya çalıştım. Ama kesintisiz, tam olarak mesleğime dönüşüm, kendimi işe vermem ancak 2000’li yıllarda mümkün oldu.”
SAHALARA DA ADINI YAZDIRDI
Namık Kemal Lisesi’nde okuduğu yıllarda atletizmle başlayan spor hayatı, futbolla devam etti. “Daha popülerdi” diyor futbolu tercih nedenlerini anlatırken. Lise takımında başlayan futbol hayatı, 1962’ye kadar Mağusa Türk Gücü’nde (MTG) devam etti. Ardından Yenicami’ye transfer oldu ve 1976’ya kadar da bu kulüpte top koşturdu. Milli takımda görev almasını, Türkiye milli takımına karşı sahaya çıkmasını, Galatasaray/ Fenerbahçe/ Beşiktaş/Trabzonspor gibi Türkiye’nin ünlü takımlarıyla maç yapmasını hala gururla anlatıyor.
Enver Emin, “yılın sporcusu”, “yılın gol kralı” gibi ödüller yanında Türkiye’den transfer teklifleri de almış bu dönemde. “Sporu profesyonel olarak yapmayı hiç düşünmedim. Ayrıca Kıbrıs’ta kalmayı, mesleğimi yapmayı hep tercih ettim” diyor transfer tekliflerini neden reddettiğini anlatırken.
55. BÖLÜK VE PLEVNE BİRLİĞİ
Dönemin tüm gençleri gibi o da 1963’ten itibaren artık mücahittir. Hem okul/iş, hem vatan müdafaası…
“Önce 55. Bölük’te Yılmaz Bora’nın bölük komutanlığında manga komutanı olarak görev yaptım. Dört ay sonra Zorlu Bey komutanlığında kurulan Plevne Birliği’ne katıldım. Lefkoşa Köşklüçiftlik İlkokulu’na (Şehit Tuncer İlkokulu) yerleştirilen bölük, üç ay süren askeri eğitimden sonar Kanlıköy’e taşındı, oradan da Beşparmaklar’da Şahinler Tepesi olarak anılan yere geçti. Daha sonra gönüllü olarak Boğaz bölgesinde ‘Bozdağ 1’ olarak bilinen tepeye gönderildim. Burası arazi açısından çok zor bir bölgeydi, Boğaz bölgesine ancak iki saat yürüyerek gidilebiliyordu. Ama Mağusa’da kalan annemi bu zorluk yıldırmadı; Boğaz’a otobüsle gelerek, oradan da yürüyerek, tepeleri aşarak beni ziyarete geldi. Burada yaklaşık iki ay kaldım. Eczacı eksikliği nedeniyle Bozkurt olarak bilinen rahmetli Kenan Coygun’un talebiyle 1966’da terhis edildim ve Lefkoşa Polikliniği’nde Eczacı olarak çalışmaya başladım…”
Ankara’da yüksek hemşirelik eğitimi alan Evşen’le aracılarla tanışması da aynı yıl olur. 1966’da evlenirler. İkisi kız, üç çocuğu da bugün aynı sektörde; Eda eczacı, Ece güzellik uzmanı, Kemal girişimci/ecza deposunun sorumlusu… Ve adını taşıyan ecza deposu aile şirketi olarak kurulur.
KORNARO’YA BAYRAK ÇEKER, “ENVER HATTI” AÇAR
1974 savaşında da asker olarak cephededir Enver Emin, tüm yetişkin adalılar gibi. Ve Lefkoşa Rum hapishanesi civarındaki Kornaro’ya Türk bayrağını çeken asker olarak tarihe geçer.
“Takım komutanımız bize hedefi gösterdi. Hedef, mevzilerimiz arasında önemli bir stratejik konuma sahip olan Kornaro Oteli idi. Rum hapishanesinin yüz metre gerisinde olan bir bölgenin en yüksek binasını ele geçirecektik. Çevresinde yüzlerce konutun bulunduğu, Rum mevzilerinin nerede konuşlandırıldığını dahi bilmediğimiz bir bölgeye gidecektik. Elimizde tuttuğumuz silahların temizliğini dahi yapma fırsatı bulamadan, el bombası sayısının yetersizliğine bakmadan, mermi sayısının yetersizliğini hesaplamadan, hem de golf sahasının içinden, yani hiçbir korunma aracı bulunmayan düz bir saha içerisinden koşarak emri yerine getirecektik.
Ben taaruza makineli bir tüfekle katıldım. Yanımda henüz 17 yaşında olan genç mücahit Ahmet vardı. Her taraf toz bulutuna bürünmüştü sanki. Mermi yağmuru altında kâh koşuyor, kâh hedef küçültmek için kendimizi yere atıyor ve değişik hedeflere ateş açıyorduk. Arkadaşlarımızın ‘vuruldum’ sesleri kulaklarımızı tırmalıyordu. Düz ve korumasız sahada 24 insan taarruz emrini yerine getirme gayreti içindeydi; hem de 20 Temmuz sıcağında. Arkadaşlarımızın sesleri kesilmişti veya biz duymuyorduk artık. Biz koşuyorduk, otele yirmi metre kadar yaklaşmıştık. Her tarafta büyük bir sessizlik hâkimdi. Bir evin duvarının gölgesine uzanıp çevreyi kontrol ediyordum ki, bahçe içerisinde kum torbasından yapılmış bir Rum mevzii gördüm. Hareketsiz duran bir kol, kum torbasının üzerinden aşağıya doğru sarkıyordu. Kendi güvenliğimizi sağlamak açısından sessizce mevzi içerisine bir el bombası atarak yere yattım. Bombanın patlaması ile birlikte yükselen çaresiz sesler duyuldu. Anladım ki mevzideki hareketsiz kol, bizi mevzie yaklaştırmak için bir savaş taktiğiydi. Kendi taktiklerinin kurbanı oldular!
Ahmet’le Kornaro Otel’in kapısına ulaşabilmek için iki yolumuz vardı. Ya doğrudan bulunduğumuz yerden yola çıkarak gitmek ya da mevziin bulunduğu bahçe duvarına tırmanarak komşu evin bahçesine atlayıp oradan gitmek. İkinci yoldan gitmeye karar verdik. Komşu evin bahçesinde mermileri tükenmiş ve terkedilmiş silahlar bulduk. Kan izlerine rastladık. Çevreyi iyice kontrol ettikten sonra kendimizi otelin kapısı önünde bulduk. Kapı kapalıydı. Makineli tüfeğimin atışa hazır durumda olup olmadığını kontrol ettim ve kapıya olanca hızımla bir tekme vurdum. Kapı açıldığında, iki aylık olduğunu tahmin ettiğim bir bebeği kucağında tutan bir erkek önümde diz çökerek ‘bizi öldürmeyiniz, biz yabancıyız‘ dedi. İngilizce konuşuyordu. Binada kaç kişi bulunduğunu sordum ve herkesi lobiye çağırmasını istedim. Yukarıdaki dairelerde kimsenin bulunmadığını, binada sadece lobide gördüklerimizin olduğunu söyledi. Lobide üçü kadın yedi kişi ve bebek vardı. Hepsi de korkudan titriyordu. Binanın durumunu sordum. Binanın 5 kat ve 10 daireden oluştuğunu söyledi. Lobinin penceresinden Rum hapishanesini görmek mümkündü. Kapının önünde üç araba park edilmişti. Biri son model bir Mercedes, diğerleri Toyota. Kendisine yukarıda kimsenin olmadığı ifadesine inanmadığımı, bu nedenle birlikte yukarı çıkmamız gerektiğini anlattım. Çok korkmuştu. Eşi olduğunu söyleyen bir bayan, kocasını vurmak için yukarı alacağımı söyleyerek bağırmaya başladı. ‘Vurmak istesem hemen sizin gözünüzün önünde vururum’ tehdidini yaptım, kendilerinin esirlerimiz olduğunu söyledim ve Ahmet’e aşağıda kalmasını söyleyerek adamı yukarı çıkardım. Önce bütün daireleri tek tek kontrol ederek kendi güvenliğimizi sağlamaya çalıştım. Sonra adamla terasa çıkarak çevreyi gözetledim. Hapishane bölgesinde önemli bir hareket vardı. At koşularının yapıldığı ileri bölgede ise mevzi yapımları ile birlikte askeri yığınağın yapıldığını gördüm. Aşağıya indik, birlikte taarruza katıldığımız arkadaşlarımı bekledim ancak gelen yoktu. Elimdeki makineli tüfeğin 50’ye yakın mermisi vardı. El bombamız, telsizimiz yoktu; Ahmet’in piyade tüfeği de çalışmıyordu…
Taarruz emrini aldığımızda hedefe vardıktan sonra göğsüme sakladığım Türk bayrağını göndere çekmem talimatı da verilmişti bana. Türk bayrağı bir işaret olacaktı ve takviye güç gönderilecekti. Ahmet’e yukarı çıkacağımı, esirlerle ilgilenmesini söyledim. Birinci kata çıktığımda Ahmet de koşarak yanıma geldi. Tüfeğinin çalışmadığını, aşağıdaki insanların yabancı olduklarını, bebeğin sürekli ağlamasından üzüldüğünü anlattı. Hak verdim. Terasa çıktığımızda binanın önünde park edilen Mercedes’in hapishane tarafına geçtiğini gördüm. Anlaşılan o ki, Ahmet’in oradan ayrılmasından sonra herkes arabaya doldu ve Rum tarafına kaçtılar. Peki kimdi bu yabancılar? Savaş ortamı içerisinde orada kalmışlarsa görevleri neydi? Bunları Ahmet’e anlattığımda pişmanlık duygusuyla dolu gözlerinden akan yaşı hala hatırlıyorum…
Yukarı ilk çıktığımda terasta duran bayrak direğinde BM Barış Gücü’nün bayrağını görmüştüm. Onu hemen aşağıya aldım, yerine Türk bayrağını çekerken müthiş bir mermi yağmuruna tutuldum. Mermilerden birisi bayrak ipini kesmişti. Yere uzanıp kalmışım Ahmet’le birlikte. Ama kurtuluşumuzun gelecek olan takviye güce bağlı olduğunu da biliyordum. Bu nedenle ne olursa olsun ayağa kalkıp ipi bağlamam ve Türk bayrağını göndere çekmem gerekirdi. Birkaç teşebbüse rağmen başaramadım. Saate baktım,18.30’a gelmiş. Tam 23 dakikadır süreli ve kesintisiz olarak mermiler başımızın üzerinden geçiyordu. Rumlar, herhalde bizim vurulmuş olabileceğimizi düşünmüşlerdi ki ateş etmeyi durdurdular. Bundan yararlanarak hemen ipi bağladım ve bayrağımızı göndere çektim. Bayrağın göndere çekilmesiyle birlikte başlayan yoğun mermi yağmurundan kaçmak için Ahmet’le birlikte kendimizi merdiven boşluğuna attık. Silah atışları devam ediyordu. Hapishane bölgesinden bir grup Rum askerinin bize doğru taarruz hazırlığı yaptığı fark ediliyordu. Belli ki binadan kaçan yabancılar kaç kişi olduğumuzu söylemişlerdi. Yapılacak tek bir iş vardı. Elimdeki makineli tüfekle sığındığımız odada, bir pencereden diğerine koşup karşıya ateş etmek ve hedef şaşırtmaktı. Öyle yaptım. Sığındığımız odanın duvarları karşıdan gelen mermilerden delik deşik olmuştu. Bizim mermilerimiz de tükenmişti. Kalan 3 mermiyi kullanmadım. Onları saklamıştım! Amacım teslim olmaktansa önce Ahmet’i vurmak, sonra da intihar etmekti!
Park yerinde duran arabaları hatırladım. Oraya koştum. Koşarken BM’ye ait bir ambulansın bulunduğum yere yaklaştığını gördüm. Bana taarruz noktamızı göstererek oradan gönderildiklerini, ölen Türkleri almaya geldiklerini söylediler. Şok oldum! Demek ki Türk bayrağını göndere çekmemize rağmen takviye gücün geleceği yoktu. Geride kalan arkadaşlarımız, bizim şehit kaydımızı yaptırmışlardı bile. Ambulansı gönderme sebepleri de buydu herhalde. Ama elimize bir fırsat düşmüştü. Ambulanstaki görevlilere bizi, kendi bölgemize götürmeleri talebinde bulunsam mı diye düşündüm ama güvenmiyordum. Ya bizi Rum tarafına götürürlerse…
‘Görüyorsunuz burada ölü Türk yok’ dedim. ’Tamam’ dediler ve Rum tarafına doğru çekip gittiler. Hayret ettim. Eğer bu insanlar buraya arkadaşlarımız tarafından gönderilmişse niye onların bulunduğu yere değil de Rum tarafına gittiler! Kendilerine güvenmemekte ne kadar da haklıymışım…
Çaresizdik. Park yerindeki arabaları kontrol ettim, kilitliydiler. Hapishane tarafını kontrol ettim, Rum askerlerinin hareket halinde olduğunu gözlemledim. Bu koşullarda kaçmamız mümkün değildi. Düşünmekten yorulmuştum ve çok sinirliydim. Tüfeğin dipçiğini arabanın kapı camına öyle bir v urmuşum ki, hayret, gördüğüme inanamadım. Anahtarlar arabayı çalıştırmaya hazır bir durumda yüzüme bakıyordu! Hemen yukarı çıktım, BM Barış Gücü bayrağını aşağıya getirdim ve arabanın önüne bağladım. Yukarıda bulduğum siyah bir kepi de başıma geçirdim, gömleğimi çıkardım, Ahmet’i arabanın arka yastıkları arasına sıkıştırdım ve arabayı çalıştırdım. Birinci vitesi koydum ve yola çıktım. Yanıbaşımda dört Rum askeri duruyordu. Beni görünce afalladılar. Direksiyonu golf sahasına doğru kırdım ve bastım gaza. Arkamdan ateş açtılar, mermiler camları parçaladı, arabaya kurşunlar isabet etti ama kimin umurunda! Arkadaşlarımın yanına çıktığımda herkesin gözünden yaşlar akıyordu. Herkes benim ve Ahmet’in diğer arkadaşlarımız gibi şehit veya yaralı olduğumuzu zannetmişlerdi. Komutan geldi, üzerime sarıldı. Meğer komutanlar da ağlarmış!
Arkadaşlarım şehit olmuştu. Bir o kadarı da yaralı olarak hastaneye kaldırılmış. Kornaro’ya göndere çektiğim bayrağımızı görmek için geriye baktığımda, gönderde yeniden BM bayrağını gördüm. İşte o zaman ben de ağladım.
İkinci Barış Harekatı’yla birlikte 15 Ağustos’ta aynı saatlerde değişik bir kulvardan 7 arkadaşımla birlikte, hem de daha büyük bir Türk bayrağıyla intikam almaya gittim. Hem intikamımı aldım, hem de bugüne değin dalgalanan Türk bayrağını göndere çekmek yine bana nasip oldu…”
O bölgeye önce “Enver Hattı” denmiş, sonra Kornaro Hattı. “Enver hattı adının verilmesi, 14 yaşında TMT okulunda başlayan ve 1974 Mutlu Barış Harekatı’nda mezuniyet diplomamı aldığım milli mücadele yaşamımın en anlamlı ve en zengin abidesidir” diyor parlayan gözlerle.
MARKA…UĞRAK YERİ
“Enver Emin Eczanesi marka” deyince de gururlanıyor aslında ama “Marka değil, en eski bir iki eczaneden biri, uğrak yeri” diyerek alçakgönüllü davranmaya çalışıyor.
Eskiden köylerden gelen otobüsler için merkez konumdaki bir bölgede bulunan eczane, neden hala uğrak yeri! Herkes ilaç almaya mı geliyor?
“Bazıları ilaç almaya geliyor, bazıları seslenmeye, çoğunluk sohbete. Fakir fukara derdini anlatır, güncel konular sohbet edilir, siyasetçi arkadaşlar ayaküstü sohbete gelir. Fikrimi sorana söylerim, değilse dinlerim. Her konuda sohbetlerin yapıldığı bir mekândır. Eczane dışında da her sabah gün doğarken Sarayönü’nde aynı kahvede sohbet ettiğimiz grubumuz var. Değişmeyen, eskimeyen, artan eksilmeyen bir grup.”
MİLLETVEKİLİ, KURUCU MECLİS ÜYESİ, ÖRGÜTÇÜ
Eczacı, teşkilatçı, futbolcu Enver Emin, dönemin lideri Rauf Denktaş’ın çağrısıyla 1975’te Ulusal Birlik Partisi (UBP)’nin kurucuları arasında yer alır. 1976’da yapılan ilk seçimlerde de meclise girer. Art arda 3 dönem milletvekilliği, bir dönem de Kurucu Meclis üyeliği yapar. Grup başkan vekilliği, genel sekreter yardımcılığı ve 79-86 arasında da genel sekreterdir UBP’de.
Parti bünyesinde gençlik ve kadın kolları kurulmasına öncülük eder. Ayrıca UBP’nin yayın organı Birlik gazetesini 1 Ağustos 1980’de kurar. Uzun yıllar gazetenin yöneticiliğini yapar.
1 Ağustos’un “Toplumsal Direniş Bayramı” olarak yasalaşması yanında, bedelli askerlik yasasının çıkmasına katkısı da milletvekilliği döneminden hala gururla bahsettiği olaylar. Yurt dışında da yoğun bir çalışma yaparak bu yasa önerisini Meclis’e taşımayı, siyasi hayatının en önemli işi olarak anar hâlâ.
Dönemin Güvenlik Kuvvetleri Komutanı’nın karşı çıkmasına rağmen muhalefetin desteğiyle Polis Yasası’nın çıkmasına öncülük etmesi, Beden Eğitimi ve Spor Yasası’nın çıkmasındaki girişimleri, sendika ve ilgili örgütlerle işbirliği halinde Kamu Görevlileri Yasası’nın çıkmasına katkıları da gururla andığı icraatları arasında.
Hâlâ “tarihi olay” diye andığı Piyangolar Yasası da onun eserlerinden. Tarihi olay, çünkü o günlere kadar özel işletmelere ait piyango, yasayla ilk kez devlet bünyesine alındı ve önemli gelir kaynağı oldu. “Denktaş Bey de karşı çıkmıştı. Türkiye’den piyangolar yetkilileri gelmiş, uygun bulmamışlardı. ‘Gençlere ikinci Barış Harekatı gibi bir katkı’ dediğimde çok etkilendiler ve ikna oldular” diyor anlatırken.
Kesintisiz 14 yıllık milletvekilliğinin ardından, siyasi hayatına son verir ve 1990 seçimlerinde aday olmaz. “Ailemi ve işimi çok ihmal etmiştim. İflas ettim ve yeniden toparlanmaya çalışıyordum. Siyasete devam ederek bunu yapamazdım” diyor.
Ama bu ayrılış uzun sürmez. Demokrat Parti’nin kurulmasıyla birlikte UBP’nin 1993 seçimlerinde oylarının yarı yarıya düşmesi ve ilk kez muhalefette kalması üzerine partiyi toparlamak için Genel Başkan Derviş Eroğlu’nun çağrısıyla geri döner. Milletvekili değil ama örgütçü olarak görev üstlenir.
EROĞLU’NUN İSTİFASINI İSTERKEN SAVUNMAK ZORUNDA KALDI
“Ama galiba toparlayamadınız. Çünkü kısa süre sonra sizi göreve çağıran Genel Başkan Eroğlu’na karşı başkanlığa aday oldunuz” deyince, “Amacım başkanlık değildi. Başbakanlık hiç değildi. Milletvekili değildim zaten. Ama partide sorun vardı ve seçim kaybetmiş genel başkanın, Eroğlu’nun istifa etmesi gerekirdi” ifadelerini kullandı.
Enver Emin, detaya girmeden, fazla yorum da yapmadan o günlere dair ders niteliğindeki bazı yaşanmışlıkları aktardı.
“Derviş Bey (Eroğlu) ile birlikte yemeğe gittik. Çekilmesi gerektiğini söyledim. Yanıt vermedi. Ve ayrıldı yemekten. Sonra, galiba ertesi gündü, istifa ettiğine dair haberler çıktı. TAK ajansı haber geçti! Bu haber/dedikodu üzerine dönemin DP Genel Başkanı Hakkı Atun da ‘geç bile kaldı’ diye açıklama yaptı. Biz de bir gece önce istifa etmesini isteyen parti yöneticileri olarak savunmak zorunda kaldık, açıklama yapıp yanıt verdik. İstifasını isterken savunmak zorunda kaldık! Bu gelişmeler üzerine parti meclisi toplandı ve genel başkanlığına sahip çıkıldı! Sayın Eroğlu’nun siyasi yaşamı bu gibi örneklerle dolu…”
UBP’nin o dönemde yaşadığı hezimetin nedeninin DP’nin kurulması değil, yönetim anlayışı olduğuna da özellikle vurgu yaptı.
“UBP, hükümet olarak girdiği 1993 seçimlerinde ilkesizliğin ve icraat hatalarının sonucunda iktidar gücünü kaybetmişti. Genel sekreterlik makamı gereksiz şekilde kaldırılmış, yaratılan bu çok önemli boşluk nedeniyle halkla ilişkiler sıfırla çarpılmıştı. Parti tabanında huzursuzluk başlamıştı. Çoğu örgüt istifa etmeyi dahi düşünür olmuştu. İktidar gücüne alışmış UBP tabanının başka arayışlar peşine düşme tehlikesi vardı. Ne de olsa seçim sonuçlarına göre CTP ile iktidara ortak olan DP’nin bünyesi UBP’den kopanlardan oluşmaktaydı. UBP’den kopma noktasına gelen taban DP’ye geçmekte bir sakınca görmezdi. Bu da UBP’nin sonu anlamındaydı.
Yani 1993 genel seçimlerinde UBP’nin aldığı sonuçta, DP’nin kurulmasından çok, parti içindeki olumsuzluklar etkili oldu. UBP yöneticileri parti tüzüğünü bir kenara iterek, sadece kendilerini o siyasi koltukta tutabilecek yönelim içindeydiler. Parti gücünü, devletin belli imkanlarını kendi partisel yapısına dağıtarak ayakta tutmaya çalışan bir yönetim anlayışı vardı. Demokratik yapı sadece şeklendi. Üyelik kağıt üzerindeydi. Alt ve üst yapı arasında hiçbir koordine yoktu. Parti başkanının talimatı esastı. Kısacası ’ben bilirim, ben yaparım’ bir gelenek haline gelmişti ve ne yazık ki bu anlayış halen de devam etmektedir…”
ÇAĞATAY’I İSTİFAYA ÇAĞIRDI, KENDİ ÇEKİLMEDİ. KAYBEDEN ÇEKİLMELİ.
Partisi oy kaybeden başkanların istifa etmesinin etik gereği olduğunu, 1981 seçimlerinde yüzde 7 oy kaybı nedeniyle dönemin Mağusa İlçe Başkanı Eroğlu’nun parti başkanı Mustafa Çağatay’ın istifasını istediğini anlatan Enver Emin, ekledi.
“Partiye döndükten sonra öncelikle hedefim örgütlerle bire bir görüşmek, partiyi toparlamak açısından birlikte hareket etmek ve iki ay sonra yapılacak yerel seçimlerde UBP’nin başarılı olmasını sağlamaktı. Bundan amaç UBP’nin güç kaybetmediğini kamuoyuna kanıtlamaktı. Sonuçta da öyle oldu. Yerel seçimlerde UBP’nin büyük başarısı, hâlâ daha ülkenin en güçlü siyasi partisi olduğunu bir kez daha vurgulamış oldu.
Sıra kurultaya gelmişti. Derviş Eroğlu 1993 seçim sonuçları nedeniyle prestij kaybetmişti. Nedeni de bu seçimlere giderken parti 34 milletvekiline sahipken, seçim sonunda ancak 17 milletvekili kazanabilmişti. Demokratik ülkelerde bu durumda o genel başkanın görevinden çekilmesi vazgeçilmezdir. Etik olan budur. 1981 seçimlerinde yüzde 7 oy kaybı nedeniyle rahmetli Çağatay’ın istifasını talep eden Eroğlu’nun, kendi başkanlığında yüzde 50’ye yakın oy kaybına rağmen istifa etme gereği duymaması enteresandır! Eroğlu bunu yapmak yerine kurultay öncesi kendi yakınlarıyla gerçekleştirdiği kongrelerde delegeleri kendisine oy verecek kişilerden seçtirerek avantaj sağlama gayreti içine girdi. Sonuçta da böyle oldu ve yeniden seçildi. Aslında benim aday olma gibi bir düşüncem yoktu. Siyasetten üç yıl önce çekilmiş bir kişi olarak yeniden siyasete katılmam sözkonusu olamazdı. Ancak partiyi toparlama anlamında geri çağrılmış bir kişi olarak bu kurultayda bazı milletvekillerinin aday olma isteği karşısında zaten milletvekili sayısının azlığı nedeniyle olası bir çatışmayı ve partiden kopmayı engelleme amacıyla, tabandan gelen isteği de dikkate alarak aday olmayı uygun bulmuştum.”
YEDİ MİLLETVEKİLİ DESTEK VERDİ AMA…
UBP’nin1994’te yapılan kurultayında Genel Başkan Eroğlu’na karşı aday çıkmaya karar veren Enver Emin, partinin 7 milletvekilinden destek görür. Nazif Borman, Salih Coşar, İrsen Küçük, Günay Caymaz, Erdal Onurhan, Vehbi Z.Serter ve Kenan Atakol aşağıdaki açıklamayla Emin’e destek verir.
“Biz, bu demokrasi yarışını partimiz açısından son derece sağlıklı bir gelişme olarak değerlendiriyor ve partimizin yeniden yapılanması açısından da gerekli olduğuna inanıyoruz. Partimizin güçlenmesi, yeniden yapılanması ve çağdaşlaşması için parti yönetiminde bir nöbet değişimine ihtiyaç olduğuna inanmaktayız. Bu nöbet değişikliği parti başkanlığı dâhil her kademede gerçekleşmelidir. Bizim bu yarışta adayımız Enver Emin’dir. Bu yarış parti içi bir yarıştır. Dıştan müdahale söylentileri amaçlı olarak ortaya atılan spekülasyondur. Bu davranışımız, bizim kendi özgür irademizin dışa yansımasıdır.”
HER DÖNEM BİRİNİN ADAMI
“Şimdi Ahmet Kaşif’in‘Eroğlu’nun adamı’ olarak nitelenmesi gibi, ben de o dönem ‘Denktaş’ın adamı’, hatta ‘piyonu’ olarak anıldım! Oysa Sayın Denktaş beni hiç sevmedi! Yani bu nitelemeler her zaman aynı” diyen Enver Emin, kurultay sürecini, orada yaşananları şöyle özetledi.
“Her kurultayda olduğu gibi Türkiye’den belirli siyasi partilerden konuklar davet edilmişti. Kıbrıs işlerinden sorumlu bakan olan Sayın Orhan Kilercioğlu kurultayın onur konuğuydu. UBP’de Kıbrıs kökenli delegeler gibi KKTC’ye yerleşen TC kökenli delegeler de vardır. Daha kurultay başlamadan Kilercioğlu, kurultay salonu dışında TC kökenli delegelerle birebir görüşerek Eroğlu’na destek istedi.
Kurultay başlarken Türkiye’den gelen konuk milletvekillerine konuşma hakkı verildi. Kürsüye çıkan her milletvekili Eroğlu’nun gerçek bir lider olduğunu ve onun liderliğinde partinin geleceğini parlak gördüklerini söyleyerek daha başlarken delege üzerinde baskı uygulayarak Eroğlu’ndan yana tavır aldıklarını açıkça gösterdiler. Seçimler başladığında Eroğlu’nun yandaşlarının sandık başlarındaki oyunlarına başkanlık divanının sessiz kalışını da gördükten sonra seçimi kazanmamın zor olacağını fark ettim. Seçimler daha bitmeden Eroğlu’na yaklaşarak tebrik ettim ve salondan ayrıldım.”
YEDİ MİLLETVEKİLİ ADAYLIK GARANTİSİ ALINCA PARTİDE KALDI
Kurultay sonrası yedi milletvekili dâhil destek verenlerle toplantılar yapılır. “Ayrı bir oluşum gündeme geldi, çünkü dışlandık” diyor Enver Emin. Ancak destek veren milletvekilleri endişelidir… “Olası bir seçimde UBP’den adaylıklarının veto edileceği kaygısıyla ayrılmayı gündeme getirdiler, ama veto sorunu olmayacaksa UBP’de kalma eğilimindeydiler. Bu endişelerini Genel Başkan Eroğlu’na bildirdiler. O da, muhtemel bir seçimde milletvekillerinin doğrudan aday olabilmeleri konusunda tüzük değişikliği yapmayı kabul etti. Olağanüstü kurultay toplandı, bu değişiklik onaylandı ve bu arkadaşlar UBP’de kaldı!”
“Bu durumda sizi teşvik edenler yarı yolda mı bıraktı” diye sorunca, politik bir yanıt aldık.
“Siyaset böyle bir şey. Onlar da kendilerince haklıydı. Çünkü milletvekiliydiler ve bu vekilliklerini kaybetmek istemiyorlardı. Söz verdiler ama destek veremediler.”
İRSEN KÜÇÜK TEMİNAT İSTEDİ. ÜNAL ÇAĞINER MESAJ GETİRDİ
Enver Emin, destek yazısına imza atan milletvekillerinden İrsen Küçük’ün, sözkonusu kurultay öncesi “kazanman halinde kim başbakan olacak” diye sorarak isim ve teminat istediğini, ancak kendisinin isim vermediğini de bir not olarak aktardı…
Ve yine o günlerden başka bir dipnot…
“Aracı olarak Ünal Çağıner geldi, çekilmemi önerdi. ‘Çekilirsen 40 gün sonra istifa edecek ve cumhurbaşkanlığına aday olacak’ diye Derviş Bey’den mesaj getirdi. ‘Tamam’ dedim ve yazılı teminat istedim. Ünal Çağıner kurultaydan bir gün önce geldi; yazılı teminat talebimi iletmiş, Derviş Bey ‘ben öyle bir şey söylemedim’ demiş!”
UDP KURULUR…
Milletvekillerinden destek görmemesine karşın destekçilerinin talebiyle aynı yıl UBP’den ayrılıp yeni bir oluşuma giderler. Ulusal Doğuş Partisi (UDP) 1994 Aralık’ta kurulur. “Bu partinin kuruluşu tüm siyasi partilere örnektir. İlk kez bir siyasi parti yaklaşık 1200 kişinin katıldığı kurultay nitelikli bir toplantıyla kuruldu” diyor. Üstelik milletvekilleri olmadan.
Dr. Münür Ünsal, Okan Donangil, Mehmet Barut gibi isimlerin yer aldığı UDP, kısa sürede organlarını tamamlar. “Siyaset sahnesinde biz de varız” der. Bu dönem Demokrat Parti’nin de yeni kurulduğu ve CTP ile koalisyon kurduğu yıllar.
DENKTAŞ DESTEK İSTEDİ, ŞARTLI DESTEK VERİLDİ
“Partimiz daha bir yıllıktı ama etkindik. Yıl 1995, cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Eroğlu’nun ilk kez Denktaş karşısında seçime katıldığı yıl. Bağımsız aday Denktaş, partimizi ziyaret etti ve destek istedi. Biz de iki şartla destek veririz dedik” diyor Enver Emin.
Neydi o iki şart?
“İktidarda koalisyon hükümeti vardı. Bir kanat DP, diğer kanat CTP. Bu koalisyon hükümeti icraatlarıyla toplumsal barışı zedeliyordu. CTP, yıllardır özlem duyduğu iktidar yürüyüşünün daha başında, hizmet yerine partizanlığı öne çıkartan icraatlarıyla iç bünyede huzursuzluk yaratmıştı. Bu hükümet bozulacak, yerine UBP-DP hükümeti kurulacaktı.
İkincisi de; Kıbrıs görüşmeleriyle ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı’na davet edilen Meclis’teki parti temsilcilerine partimizin de katılmasına olanak sağlanacaktı.”
Denktaş’ın bu şartları kabul ettiğini UDP’ye yazılı taahhüt olarak ilettiğini, bunun üzerine olağanüstü kurultay çağırarak oybirliği ile Denktaş’ın desteklenmesi yönünde karar ürettiklerini anlatan Enver Emin, ardından DP-CTP koalisyonunun yıkılmasını ve DP ile UBP’nin ortaklık kurmasını da bu sürece bağladı.
Bu arada cumhurbaşkanlığı seçimleri ilk turda sonuçlanmaz ve Denktaş’ın rakibi Derviş Eroğlu da “Destek verirseniz kazanırım” diyerek ikinci tur öncesinde UDP’den destek ister. Eroğlu’nun görüşme talebini, Denktaş’a da bilgi vererek kabul eder UDP ve görüşürler…
“Bu görüşmede Denktaş’a destek sözü verdiğimizi, kendisine destek veremeyeceğimizi Sayın Eroğlu’na söyledim. Kurultay öncesi Ünal Çağıner ile gönderdiği mesajı ve sonra reddetmesini de hatırlattım, çekilmesini önerdim. Ertesi gün de çekildi zaten!”
KERHEN DP…
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Denktaş’a desteğin ardından DP ile birleşme gündeme gelir.
“Cumhurbaşkanlığı ve ardından yerel seçimlerde UDP’nin etkin duruşu nedeniyle UBP ve DP’den sürekli davetler, ‘katılın’ çağrıları başladı. Bu sefer parti içinde farklı görüşler ortaya çıktı, huzursuzluk oldu. Sonuçta parti meclisinde oyçokluğuyla alınan kararla Haziran 1998’de DP ile eşit ortaklık prensibiyle birleşme kararı aldık.”
“Galiba kerhendi, siz benimsemediniz” diye sorunca; “Evet, çok istekli değildim. Nitekim çalışma anlayışımız uyuşmadı. Birleşince ben genel sekreter oldum; Genel Başkan’la randevu alarak bile görüşemiyordum. Bizim çalışma anlayışımız çok farklıydı” karşılığını verdi.
Ve zaten bu ortaklık ancak 5 ay sürer, DP iktidarda olmasına rağmen buradan da ayrılırlar, aynı isimle parti kuramayacakları için bu kez de Ulusal Diriliş Partisi (UDP)’yi kurarlar. Ama beraber götürdüklerinin bazılarını geride, DP’de bırakarak.
Bu arada DP Genel Başkanı Serdar Denktaş’la ilişkilerini de sorduk. “Hiç bir zaman ne çok yakınlık, ne de uzaklık oldu” demekle yetindi.
SİYASET OKULU, İDEALİSTLERİN PARTİSİ AMA MECLİS’E GİRMEDEN YAŞAYAMAZ
Ulusal Diriliş Partisi;Ulusal Doğuş Partisi’nin tüzük, program, ilke ve amaçları doğrultusunda kurulur. Enver Emin’in ifadesiyle kısa süreli yaşamında “idealistlerin partisi, siyaset okulu” olur bu parti.
“Bir avuç cesur insanla kurduğumuz ve her gün tabanı daha da genişleyen UDP, siyasette alternatif oldu. Milletvekili yoktu, buna rağmen tam bir partiydi. Kadrosu temiz ve siyasette yeni insanlardan oluşmuştu. Bu insanlarımız siyasette çıkar sağlamak için değil; birikimlerini aktarmak, ülkeye karşı sorumluluklarını yerine getirmek için partiye girmişlerdi.”
UDP, DP’den ayrıldıktan yaklaşık 3 ay sonra1998 seçimlerine katılır. Her ilçeden aday gösterir, ancak yüzde 4.80’de kalır, az bir farkla da olsa Meclis’e girmek için gerekli yüzde 5 ülke barajını aşamaz.
“Aldığımız oy, iyi bir oy oranıydı. Bu sonuç partililer arasında takdir gördü. Ancak Meclis’te temsil hakkı kazanamadığımızdan kendimi başarılı bulmadım. Meclis’e giremeyen partinin yaşaması zor. Bu durumda parti başkanlığından ve siyasetten çekilmeyi bir erdem olarak değerlendirdim, siyasetten çekildim.”
EROĞLU KURNAZ… AHMET DAYI’YA ALO DER, SİYASİ YATIRIM YAPAR
Yıllarca birlikte çalıştığı, lise yıllarından beri “abi” diye hitap ettiği, başkan/genel sekreter olarak siyasette kader ortaklığı yaptığı, birlikte futbol oynadığı bugünün Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile ilgili görüşlerini de sorduk Enver Emin’e…
“Sayın Eroğlu Namık Kemal Lisesi’nin son sınıf talebesi iken ben orta bir idim. O zamanlarda da sevdiğim ve saygı duyduğum, ‘abi’ diye hitap ettiğim bir büyüğümdü. Okulun ve Mağusa Türk Gücü futbol takımının kaleciliğini yapardı. Birlikte aynı takımda futbol da oynadık. Yıllar sonra aynı siyasi kadrolarda yer aldık. Yıllarca partisel sorunlara çözüm üretmede birlikte hareket ettik. Eğitim Bakanlığı’na atandığı ilk dönemlerde ona sürekli destek verdim, kendisine yönelik her türlü eleştiriye karşı tavır aldım.
Parti Genel Sekreteri olduğum süre içerisinde Mağusa ilçe başkanıydı. KKTC ilanından sonra merhum Mustafa Çağatay’ın görevinden istifası ile boşalan Genel Başkanlık için yapılan olağanüstü kurultayda Eroğlu’nu ben aday gösterdim ve başkanlığa seçilmesinde katkım oldu. Sonradan kurultayda yarıştık, ama ilişkimiz hiç kopmadı. Hâlâ görüşürüz, hala ‘abi’ diye hitap ederim.”
“Tüm eleştirilere, yarışlara, karşısına birçok rakip çıkmasına karşın istikrarla siyasette devam etti. Var mı bir sırrı” diye sorunca da, şunları söyledi:
“Çok kurnaz… Siyasi yatırımını hep iyi kollar, bir sonraki adımı planlar. Örneğin Çoban Mehmet’i, Ahmet Dayı’yı telefonla arar, hatır sorar. Yatırım olarak yapar bunu. Koca bakan, başkan, başbakan, cumhurbaşkanı arayınca mutlu olur insanlar! Bu çok kullandığı bir yöntemdir. Ayrıca herkesi ismiyle tanır.”
“Siyasette başarı için bu kadarı yeterli değil herhalde” deyince, “Partiler, parti liderleri delege sistemi ile ayakta durur. Delegeler onların seçip getirdiği insanlardır. Her isteği yerine getirilen insanlar! Ve bu delege sistemiyle, delege memnun edilerek ülke yönetiliyor” ifadeleriyle Kıbrıs Türk siyasetini de tanımladı.
KÜÇÜK DE KURNAZ… EROĞLU HİÇ SEVMEDİ
Peki (Başbakan) İrsen Küçük?
“İrsen’i UBP’ye getiren benim. 1981 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce UBP’den istifa etmişti. Önce kendi partisi (TAP), daha sonra değişik parti ve hareketlerde yer aldı. Ancak başarılı olamadı. 1993 genel seçimlerinden sonra UBP’de göreve çağrılmamla birlikte İrsen Küçük’ü partiye davet edenlerdenim. Partiye dönüşüyle birlikte onu aktif bir göreve getirmek istedim ve Lefkoşa ilçe başkanlığına getirilmesi konusunda katkım oldu. O da çok kurnaz ve hırslı. Ve Derviş Eroğlu İrsen’i hiç sevmedi, hiç benimsemedi. Araları hiç iyi olmadı… 2010 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Eroğlu’nu, başkanlıktan gitmesi için destekledi. Eroğlu da bunu biliyordu. İkisi de aynı nesilden geliyorlar ve devirleri kapandı artık…”
DENKTAŞ BENİ HİÇ SEVMEDİ
Kurucu Cumhurbaşkanı, rahmetlik Rauf Denktaş’la da uzun yıllar kader ortaklığı ile biliniyor Enver Emin… “Hep adamı, hatta dönem dönem ‘piyonu’ olarak nitelendim ama aslında beni hiç sevmedi; yıldızı barışmadı benle. Sivrilen insanları sevmezdi” diyor Denktaş için!
“Toplumsal ve ulusal liderimizdir. Milli mücadelemize yıllarını vermiş, Kıbrıs sorununu A’dan Z‘ye bilen bir kişiliğe sahipti. Ancak partisel konularda tüzük kuralları yerine, kendi otoriter kişiliğini kullanmayı tercih ederdi. Çocukluk yıllarımdan beri hayranlığım vardı. Kaderimde onunla birlikte ülke ve toplum sorunlarına çözüm bulmak gibi bir birlikteliğimiz oldu. Çok saygı duyduğum ve değer verdiğim bir liderimizdi. Ancak halkın sevgisini kazanmış siyasi kişiliğimi hazmedemeyen bazı milletvekillerimizin ilettikleri yanlış bilgiler vardı. O da hiç araştırmadan, sadece duyduklarını doğru kabul ederek beni yargılardı. UBP’nin ilk yıllarında da doğrudan müdahale eder, ben dâhil bazı kişilerin adaylıklarına karşı çıkar, parti meclisini toplantıya çağırırdı.”
RAİF’İN KAYBETMESİNDEN BİZİ SORUMLU TUTTU
Enver Emin, Kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’ın partisel konular yanında, oğlu Raif konusunda da kendisini suçladığını anlattı…
“Raif’le gerek sosyal, gerek siyasetçi kimliğimizle çok iyi anlaşıyorduk. Raif idealist, çalışkan ve hep doğruların peşinde olan ender siyasetçilerdendi. Çoğu siyasi kavgalarında birlikte hareket ederdik. UBP genel sekreterliğim döneminde ‘Zaman’ gazetesinin sahibiydi. Bizim partinin ‘Birlik’ gazetesini, para karşılığında Zaman matbaasında basıyorduk. Aradan geçen zaman içerisinde sadece partimizin gazetesini basmanın yanında, işletmeci bir anlayışla piyasadan çeşitli baskı işlerini de yapacak bir matbaa sahibi olmayı kararlaştırdım. Genel sekreter olarak gazetenin de başındaydım. Bunu duyan Raif, kendi matbaasını satmayı önerdi. Ben de önce babasına sormasını söyledim. Üç gün sonra bana gelerek babasının buna razı olduğunu söyleyince, anlaştığımız parasal miktar ve ödeme koşulları çerçevesinde matbaasını devraldık. Çok borcu vardı Raif’in. Ancak sonradan anlaşıldı ki babasına sormadan kendi iradesiyle bu kararı vermişti. Sayın Rauf Denktaş buna çok sinirlendi ve bu olay aramızdaki mesafenin daha da açılmasına neden oldu.”
Yani bir mesafe vardı daha önceden?
“Evet, Raif’in 1981’de seçimleri kaybetmesinden de bizi, dönemin UBP yöneticilerini sorumlu tuttu Denktaş Bey…”
CENAZEYE KATILMAMI İSTEMEDİ
Enver Emin, belki bu röportajda ilk kez, Denktaş’ın, oğlu Raif’in 1985’te kazada hayatını kaybetmesinden UBP Genel Sekreteri olarak kendisini de sorumlu tutarak cenazeye katılmamasını istediğini açıkladı.
“Trafik kazasında hayatını kaybeden kardeşim, yakın dostum, arkadaşım Raif’in cenazesine gitmeye hazırlandığım gün Mehmet Bayram evime geldi. Denktaş ailesinin cenazeye katılmamı istemediğini iletti. Aracı olarak gelmişti, o da çok üzgündü. Mehmet Bayram’a ‘başka kişilere de buna benzer haber gönderildi mi’ diye sorduğumda aldığım yanıt gerçekten çok enteresandı. Çünkü rahmetli Naci Talat ve Özker Özgür’e de aynı doğrultuda haber gönderilmiş. Sanki Raif’in ölümüne sebep bizmişiz gibi! Cenazede de bildiri dağıtıldı. UBP yöneticileri olarak Olgun (Paşalar), İrsen (Küçük) ve ben suçlu gösterildim. Bu olaya çok içerledim. Atatürk Meydanı’ndaki parti merkezine gittim, arkadaşımın omuzlar üzerinde geçen cenazesini kimseye görünmeden ağlayarak izledim.
Bana reva görülen bu haksız ve inanılmaz olaydan sonra rahmetli Genel Başkanımız, Başbakan Çağatay’a giderek durumu anlattım. Kendisine parti ile cumhurbaşkanımız arasında olması gereken olumlu siyasi ilişkilerin bozulmaması için görevimden istifa etmem gerektiğini söyledim. ‘Ben Sayın Cumhurbaşkanı ile durumu görüşürüm. İstifanı gerektirecek bir konu yoktur. İstifanı kabul etmiyorum’ dedi.
Olaydan bir hafta sonra da Cumhurbaşkanlığı Müsteşarı Taner Etkin beni yemeğe davet ederek ‘Cumhurbaşkanı ile sizin aranızda böyle üzücü bir durum yoktur’ diyerek ortamı yatıştırmış oldu.”
KKTC’NİN İLANINA KARŞI ÇIKAN UBP’LİLER VARDI
KKTC’nin ilanıyla ilgili devlet töreninin tüm organizasyonunu üstlenen ekip içerisinde UBP Genel Sekreteri olarak yer alan Enver Emin, bu dönemi anlatırken de tarihe bir not daha düştü. “’Rum elektriği, suyu kesecek’ gerekçesiyle devlet ilanına karşı çıkan UBP’li milletvekilleri vardı” ifadesini kullandı ama isim vermekten kaçındı.
Devlet ilanının açıklandığı Cumhurbaşkanlığı’ndaki ünlü toplantıyla ilgili olarak da, “Gece yarısı 01.00 gibi CTP Genel Sekreteri Naci’nin (Talat) evine gittim. Ülkemizin menfaati ve demokrasimizin yaşaması konularında hemfikir olduk. Talat, Meclis’te evet diyeceklerini belirtti ve oradan ayrıldım” ifadelerini kullandı.
YDP’NİN KURULMASINI BÜYÜKELÇİ İSTEDİ
Kıbrıs Türk siyasi tarihinde kısa dönem de olsa önemli yer tutan Yeni Doğuş Partisi (YDP)’nin kuruluş süreciyle ilgili tanıklığını da aktardı Enver Emin.
“9 Haziran 1985’e takvimlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sayın Denktaş bağımsız aday olacağını açıklamıştı. Seçimlerden önce Türkiye Büyükelçisi Sayın İnal Batu elçilikte bir akşam yemeği verdi ve beni de davet etti. Gittiğimde Sayın Denktaş, Sayın Nejat Konuk ve kendisi yemek masasında oturuyorlardı. Yemeğe henüz başlamıştık ki İnal Batu ‘Denktaş’ın seçimi kazanabilmesi için KKTC’de yerleşen TC vatandaşlarımızın bir bütün olması gerektiğini, bunun için de onların kuracağı bir siyasi parti bünyesinde toplanmasının şart olduğunu’ söyledi. İtiraz ettim. Kendisine henüz bu insanlarla bir arada yaşama imkanının yaratılmadığını, onlarla bir çok konuda henüz bütünleşme ve paylaşma imkânının bulunmadığını, böyle bir ayrımın toplumsal yapımızı bölebileceğini söyledim. Ancak kabul görmedi. Sonuçta bu parti kuruldu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve 6 aday arasından Sayın Denktaş yeniden Cunhurbaşkanı seçildi.”
SİSTEM ÇÖKTÜ. YENİDEN UYANIŞ ŞART
Uzun yıllar aktör olarak tanıklık ettiği siyasi sistemin çöktüğünü, “toptan diriliş” zamanı olduğunu anlatan deneyimli siyasetçi Enver Emin, şunları ekledi:
“Yıllarca siyaset yaptım, rekabetler/yarışlar yaşadım. Ama kimseyle kavgalı, küs değilim; olmadım. Herkesle görüşüyorum, hâlâ fikrim sorulduğunda söylüyorum. Ayrıldım veya parti değiştim diye de hiç pişman olmadım. Çünkü ben menfaat için siyaset yapmadım. Hizmeti, bir şeyler yapmayı esas aldım. Hatalar yaptım, dönemin getirdiği koşullarda sağcı/solcu ayrımlarına kapıldım ama menfaat gütmedim. İstesem 14 yıl değil, bugüne kadar milletvekili olurdum. İstesem milletvekilliğim süresince hep kabinede bakan olurdum. Ne talepte bulundum, ne önerileri kabul ettim. Siyaset demek makam demek değildir; hizmettir. Ama bugün baktığımda bu anlayışı göremiyorum artık. Her şey makam, koltuk olmuş. Devlete inanmayan insanlar devlet adına siyaset yapıyor! Kendiyle gurur duymayan, kendine inanmayan insanlar siyaset sahnesinde. Tümünün devri kapandı. Her şey çökmüş, siyasi sistem bitmiştir. Yeni bir doğuş, yeniden uyanış şart. Bir dönem artık kapandı, çoğunun devri bitti. Siyaseti meslek, para kazanma yeri olarak görmesinler ve çekilsinler. Siyaset sahnesine artık 1980 doğumlular, gençler çıkmalı; onlara fırsat versinler. Yepyeni bir ruh ve yepyeni bir KKTC için uyanışa ihtiyaç var. Topyekün değişim zamanı. Büyük çoğunluk yeniden normallik istiyor. Sağ-sol ayrımı yapmadan yeniden inşa zamanı.”
(Hayata İzler 2 kitabımdan-Haziran 2013/ Röportajın yapıldığı dönem Ağustos-Kasım 2012)