Çocuk, hatta bebek denecek yaşlarda taştan bebekler yaptı, hayali olarak giydirdi… Ayakkabı ve elbise modelleri çizdi… Terzi yanına gitmeden kendi elbiselerini dikti. Savaş yıllarında eşine destek için bir günde beş palto dikti, makastan elleri eğrildi. Çocuklarını, torunlarını giydirdi… Kara kalem ve yağlı boya resimle “içindeki renkleri dışa vurdu”. 700 eser biriktirdi, 10’a yakın sergiye katıldı… Yine yetinmedi, heykele başladı. Nicelerinin, hatta kocasının büstünü yaptı… MON ART Galeri ile en büyük hayaline de ulaştı…
Adıyla, emeğiyle varolanlardan
Sevim Erdal, önceleri tekstil, ardından kozmetik ve üniversite ile adını duyuran Memduh Erdal’ın eşi. Girne Amerikan Üniversitesi’nin başındaki isim, “evladım” dediği Serhat Akpınar’ın kayınvalidesi. Ünlü modacı Hüseyin Çağlayan’ın teyzesi. 1001 Çeşit Mağazaları’nın kurucusu Ali Riza Özel’in kızı, Kemal Uysal’ın kardeşi kızı… Tümü bilinen, tanınan aileler, soyadları… Ama o soyadlarından önce adıyla, emeğiyle, yaratıcılığıyla, hayat hikayesiyle varolan isimlerden.
Çamurdan tabak, ottan yemek, taştan bebek
Türk-Rum karma köylerden Peristerona 1942 doğumlu. Köyün bakkallarından Ali Rıza Özel ve Zehra Ali Rıza’nın 5 çocuğundan biri. Kardeşleri Nazım-Sevil-Melahat ve Rifat Ali Rıza.
Çocukluğu Güzelyurt bölgesinde, savaşla birlikte ara bölgede kalan Peristerona’da geçmiş. “Belki köy yeriydi, yapacak bir şey yoktu; belki yapı ama hep hayaller içinde yaşadım. Hep hayal kurdum” diyor köydeki hayatını, bugünlere nasıl geldiğini anlatırken…
“Hiç bebeğim yoktu. Alçılardan taşları boyar, taştan bebek yapar, hayali olarak giydirirdim. Çamurdan tabak, bardak; otlardan yemek yapardım… Resim çizerdim… İlkokula giderken kumaştan bebek yapardım… Sınıf birincisi olduğum için öğretmen pencere içine dizmeme, sergilememe izin verirdi” diyor.
Anne-babanın etkisi miydi acaba…
“Kimsenin etkisi değil, belki yalnızlıktan. Anne tarlada, baba bakkal dükkanındaydı hep.”
Bakkal dükkanı için okuldan alındı
İlkokulun ardından yatılı olarak Lefkoşa Türk Kız Lisesi’ne gitmiş. Başarıları orada da devam etmiş. Efsane öğretmenlerden Mevhibe Hanım’ın kısa sürede dikkatini çekmiş çizdiği resimlerle. “Kedi resmi çiz” demiş, çizmiş. O kadar iyi olmuş ki, öğretmeni emin olmak için “Bir daha çiz” demiş. Aynı şekilde tekrarlayınca yanına oturtmuş ödül olarak.
Ancak okul hayatı uzun sürmemiş, baba 10 TL sermayeyle Lefkoşa Selimiye meydanında da bakkal dükkanı açmaya karar vermiş. Sonradan zincir mağazalara dönüşen 1001 Çeşit Mağazaları’nın ilk nüvesi…
“Babam Lefkoşa’da dükkan açınca köydekine banim bakmamı istedi. 13 yaşındaydım. Tek başıma dükkanı çalıştırmaya başladım. Rum’a, Türk’e satış yapmaya başladım. Ailenin işini üstlendim, okul hayatım bitti…”
Zor olmadı mı…
“Çok zordu ama yaptım. En fazla da varilden lastikle lâmbasuyu çekip şişelere aktarmada ve yağ satmada zorlandım” diyor…
5 yıl devam etmiş bakkalcılık işi. Bu arada hep okumuş, hangi kitabı bulduysa okumuş. Kara kalem çizerek, resim yaparak, çizdikleriyle konuşarak, hayal kurarak “eğlenmiş”. Yapacak başka bir şey yok zaten köyde.
16 yaşında nikah, 18’inde Lefkoşa
Lefkoşa Arasta’da kumaş satan Memduh Erdal, 15 yaşındayken ailesinden istemiş onu. Görücülük için kendi elbisesini şifon kumaştan kendi dikmiş, bir günde. Bir yıl sonra, 16 yaşındayken nişan-nikah olmuş. Ve köydeki bakkalı, baba da Lefkoşa’dakini çalıştırmaya devam etmiş; Memduh Erdal da gidip gelmiş…
Babanın Lefkoşa Kumsal’da ev almasıyla 18 yaşında bu eve taşınmış. 1960’Ta. Kardeşleri de birlikte. Eğitimlerine devam eden kardeşlerine bakmış, yemeklerini yapmış, arada da Gece Enstitüsü’ne gitmeye başlamış. Dikiş, moda, yemek kursları için…
Utanırdı, sıkılırdı… Ama mankenlik de yaptı
Hatta diktiği kıyafetlerle sahneye de çıkmış, mankenlik yapmış. Önce Dr. Fazıl Küçük’ün ikametgahında, ardından dönemin tek oteli Saray Otel’de düzenlenen defilede. “Çok utanırdım, sıkılırdım. Köy yerinden geldim, utangaçtım. Ancak insanlar utangaçlığımı kendini beğenmişlik zannederdi. Oysa kafamı kaldırıp merhaba demekten kızarırdım” diyor o günleri anlatırken.
Şapkasını da dikti… Savaş yıllarında bir mağaza kumaştan palto yaptı
Hala şapkalarıyla anılan, her renk şapkasıyla özdeşleşen Sevim Erdal, ta o yıllardan şapka tutkunu. Hatta şapkalarını da kıyafetleriyle birlikte kendi dikermiş. Sonradan çocuklarına, torunlarına da dikmiş üstelik…
Lefkoşa’ya yerleştiği yıllarda kara kalem resimden dikişe yoğunlaşmış.
Hatta 1963’te toplumsal çatışmaların başlaması ve dükkanların kapanmasıyla, kocasının mağazasındaki kumaşların tümünü eve taşımış. Fabrika gibi çalışarak 2 yılda tümünü paltoya dönüştürmüş, yokluk yıllarında kocasına kol kanat germiş böylece…
“Dükkan kumaş doluydu ve kapanmıştı. İş yoktu. Para kazanmak zorundaydık. Tüm kumaşları eve taşıttım. 2 de yardımcı aldım. Palto diktik şapkalarıyla birlikte. Günde 9-10 palto diker, bunları Memduh’a verirdim ve özellikle Ermenilere satardı. Yarısını ben dikerdim, günde 5 palto… Makas tutmaktan ellerim eğrildi…”
Kozmetik dükkanının dizaynını yaptı, 10 yıl kasada çalıştı
Savaş koşullarının normalleşmesinin ardından Memduh Erdal dükkanı yine açar, ama bu kez kumaş değil, kozmetik. “Kumaş işine devam etmesini çok istedim, yapabileceğim çok şey vardı ama devam etmedi” diyor.
Kozmetik dükkanının da ilk dizaynını o yapmış, hatta 10 yıl kasada durmuş.
Bu arada 1964’de oğlu Tayfun, 1967’de kızı Tomur dünyaya gelir.
Torunlarla ara verir
Eşi Memduh Erdal’ın deniz tutkusu nedeniyle 1974’den sonra önce yazlık, ardından ev yaparak Girne’ye yerleşmişler.
“Duramam, sıkılırım, mutlaka uğraşmam gerekir” diyen Sevim Erdal, dükkandaki kasadan ayrılmasının ardından da üretmeye devam etmiş. Dikiş, nakış, goblen, kara kalem…
Çocuklarının evlenmesi ve torunlara bakım dönemiyle birlikte onlara odaklanır. 4 yılda 5 torun bakar. Yedirir, içirir, okula götürür, diker giydirir… Damadın önerisiyle Memduh Erdal’ın Girne Amerikan Üniversitesi’ni kurması ve çocukların burada eğitime başlamasıyla tekrar “hayallerine” dalar.
Aynaya bakarak kendi portresini çizer
“Gözleri iyi görür, ruhları mükemmel” dediği çocuklarının ve kızı Tomur’la evlenen, “evladım” diye nitelediği Serhat Akpınar’ın teşvikiyle yeniden çizmeye başlar. Kara kalem, hayali portreler çizer. Aynaya bakarak kendi portresini yapar.
Kara kalemi yağlı boya izler. Çocuklarının, damadın önerisiyle üniversitede kursa gider. Feridun Işıman’dan ders alır. “7 gün 7 gece çizerdim. Uyurken bile çizerdim, rüyamda resim görürdüm” diyor tutkusunu anlatırken.
Birikenleri aktardı
Yaklaşık 2000’li yıllarda başladığı yağlıboya resim tutkusu artarak devam eder. Atatürk’ten Ajda Pekkan’a, Tarkan’dan hayali/gerçek bir çok figüre kadar tuvale taşır. Hep canlı renkleri kullanır. “İçimdekini dışa vurdum, birikenleri aktardım” diyor.
Aile şirketi Girne Amerikan Üniversitesi ve aynı şirkete ait Chateau Lambousa Otel’i onun dev yağlıboya resimleri süsler. Şirkete ait Kasap Döner, Akpınar Pastaneleri, Leman Kültür de kullanır yer yer eserlerini.
Mon Art… 3. göz açıldı
“En büyük hayalimdi” dediği galeriyi Mon Art adıyla 2010’da açar. 700 parçaya ulaşan yağlıboya resimleri yanında, dikişten nakışa üretimlerini burada sergileme imkanı bulur. Eserlerini sergilediği galeriden ayrı atölye ve evini üretim yeri olarak kullanır. Ve üretmeye devam eder.
4’ü özel 10 sergiye katılır…
Başta Ruslar olmak üzere özellikle yabancıların ilgi gösterdiği resimlere siparişle çizilenler de eklenir. “Çok zor” dediği portreler… “Portre yaptıktan sonra 3. gözüm açıldı. İnsanların yüzündeki gölgeleri görüyorum artık” diyor.
Yeni tutku heykel…
Şimdilerde yeni tutkusu heykel. Üniversitedeki bir hocanın eşinden aldığı kursla 3 yıldan beri heykel sanatıyla uğraşıyor. Hatta şövalyelerden oluşan ilk heykelleri, şövalyeleri simgeleyen Chateau Lambousa Otel’de konukları ağırlamaya çoktan başlamış bile.
Eşi Memduh Erdal’ın büstünü yapmış, ofisine yerleştirmiş. Şimdiki hedefi, Resim-Heykel Sanatçısı torunu Toya ile birlikte damadı Serhat Akpınar’ın portresini yapmak. “Toya eğitimli, tarzı da farklı ama çok iyi anlaşıyoruz” diyor…
Aksi halde ot gibi…
Hala hayal kurmaya devam ediyor mu…
“Hayalleri hiçbir şey engelleyemez. Yaşlandıkça yorulursunuz, hareketleriniz ağırlaşır ama hayaller hep devam eder. Zaten hayaliniz yoksa ot gibi yaşarsınız. Hala monotonluğa gelemem, sıkılırım, sürekli bir şeyler yapmam gerekir…”
(Girişimci Kadınların Başarı Öyküleri kitabından / Nisan 2015)