“… Bir çocuk bir hayattır, yanlış yetiştirilen her çocuk hayata kötülüktür. Her kötü yetişmiş çocuğun sorumlusu, bilinçli veya bilinçsiz, mutlaka anne/babadır. Ve asla evlilik veya çocuk, mutsuz insanı mutlu etmez; sadece mutlu insanı daha mutlu yapar… Herkes evlenmek veya çocuk doğurmak zorunda değil. Hatta bazı insanlar evlenmemeli, evlense bile çocuk doğurmamalı. Her ikisi de sorumluluk gerektirir çünkü…”
Bu sözler, Tük kanallarının alışılmış güncel programlarında alışılmamış bir psikiyatriste ait. Nedense tümü kadınlara ait olan, kadınlar tarafından sunulan, ismini vermeyen “mutsuz” kadınların sorularına/sorunlarına telefonla yanıt aranan programlardan…
Cezaevlerinde çalıştığını anlatan, belli ki kitaplarla değil hayatla yoğrulan genç psikiyatrist de, “kocamla çok mutsuzuz, bana şiddet uyguluyor, çocuğumuz olmuyor, n’apsam” diye soran kadın izleyiciye yanıt olarak söylüyor yukarıdakileri…
Bayram dolayısıyla artan yeme/içme trafiğinde aynı masada buluştuğumuz dostlarla konu suni evliliklere, artan boşanmalara, çoluk çocuğa, çocuk yetiştirirken harcanan ilişkilere gelince, televizyonda izlediğim açık sözlü psikiyatristin sözleri yanında, Türkiye’de halkla ilişkiler uzmanı olarak çalışan genç bir kadının Atatürk Havaalanı’ndaki deneyimini de paylaştım.
Yıllar önce kaleme aldığı ve ulaşabildiği herkesle paylaştığı deneyiminde genç kadın, Avrupa ile Türk kültürlerini yorum yapmadan kıyaslamış, kendine ve herkese “yol haritası” çıkarmaya çalışmıştı…
“… Finlandiyalı olduğunu tahmin ettiğim yaklaşık 3 ile 15 yaş arasında 3 çocuklu aile önce sessizlikleriyle ilgimi çekti. Kimse yüksek sesle konuşmuyor, bağırmıyordu; muntazam sıra halinde, önde anne, ardından çocuklar ve baba. 3 yaşında olduğunu tahmin ettiğim kıza dikkat ettim, çantası sırtında, kendi eşyalarını kendi taşıyor. Pasaportu elinde ve kimse müdahale etmeden görevliye uzatıyor. Baba da arkadan gözetliyor. İşlemler tamamlandıktan sonra büfeye oturdular. Ben de tesadüf mü, ilgimi mi çektiler bilmiyorum, yan tarafa oturdum. Herkes siparişlerini verdi, sandviç tarzı yiyeceklerini ve içeceklerini aldılar. Bir baktım ufaklık huysuz bir suratla hiçbir şey istemedi, yemedi, ama kimse de ısrar etmedi. Ne anne, ne baba… Ama anne kalkarken her ihtimale karşı bir sandviç paketletmeyi de ihmal etmedi… Herkes yerden kendi çantasını aldı, sessiz sedasız uçağa doğru yol aldılar.
Gözlemlerim burada bitiyordu; çünkü farklı uçaklara doğru yönelmiştik ve kendi uçağıma yürürken kaygılarımın yersiz olduğunu, evlenebileceğimi, hem kariyer hem çocuk yapabileceğimi düşünüyorken… Bindiğim uçakta ‘ye annem, otur annem, ağlama annem’ diyen Türk annelerle 4 saat yolculuk yapınca kaygılarımın yersiz olmadığına karar verdim…”
Dostlardan birinin “Bir de Kıbrıslı anne/baba, hatta nene/dede gözlemlese acaba ne yazardı” sözü, bolca gürültülü restorandaki aile figürleriyle tamamlandı.
(Gazete360/ Ekim 2014)