Herkes aynı hissi yaşıyordur sanırım gezerken. Gidilen her yerde kıyas hali. İtalya’nın şarap üretilen köylerine gidersiniz; Bağlıköy, Kozanköy, Taşkent neden böyle olmasın diye hayıflanırsınız. Doğa var, potansiyel var ama aynı sonuç yok…
Ankara-Bolu-Eskişehir üçgenini kapsayan son gezimizde de aynı hissi yaşadım açıkçası. Dağları, gölleri, muhteşem doğası ile ünlü Bolu ile kıyas elbette mümkün değil ama yoktan var olan Eskişehir; çalışmanın, üretmenin, girişimciliğin adresi gibi. Sıradan bir kasabadan turizm merkezine dönüşün simgelerinden.
Tijen (Gülle) ile birlikte çıktık yolculuğa bu kez, Arima Turizm’in organizasyonuyla. Ankara’dan başlayan 4 günlük otobüs yolculuğunun ilk durağı Bolu’ydu. “Yedigöller” denen Bolu dağlarının eteklerinde, birbiri ile bağlantılı, her biri ayrı isim taşıyan, muhteşem gölleri tek tek ziyaret ettik. Fotoğrafına baksanız fotomontaj sanılacak doğa harikası göller… Ve koruma altındaki Abant Gölü.
Yaklaşık 2 bin metre yükseklikte, bulutların yere indiği Bolu dağlarında ekmek arası köfte oldu ilk yemeğimiz. Elbette Türkiye’nin vazgeçilmezi çay eşliğinde.
Gece Bolu’da konakladık. Ertesi günkü durak Eskişehir oldu.
İlk izlenim “mini Venedik”. Deniz yok, nehir yok ama insanlar küçük gemilerle, en önemlisi gondollarla tur yapıyor. Her taraf insan kaynıyor. Çinli turist grupları; İstanbul’dan, Ankara’dan gelen turistler her yerde. Burası sıradan, sessiz bir Anadolu kenti değil miydi! Öyleymiş bir zamanlar, ama bir belediye başkanı kentin kaderini değiştirmiş. Yoktan var ederek…
Yıllarca sinek yuvası olan Porsuk Çayı ıslah edildi. Yer yer yükseltilerek, üzerine de köprüler yapılarak gezinti yeri haline getirildi. Uzun bir nehir değil, ama gemi turları, 4 kişilik yerli imal gondollarla gezinti için yeterli. Hiç durmadan sefer yapıyor gemiler, gondollar. Sırf gondola binmek için kenti ziyaret edenler var.
Nehrin üzerindeki köprüler de, Venedik, Amsterdam modeli heykellerle donatıldı…
Bu kadar da değil. Su taşıma yöntemiyle büyük havuzlar, şelaleler oluşturularak, kum taşınarak sahil de oluşturuldu kentte. Nasıl olur diye bakıyorsunuz, oluyormuş… Yapay deniz.
Eski konaklar restore edilerek butik otellere dönüştürüldü. Kaldığımız otel bu tipti. İki eski konak restore edilmiş, onların benzerleri de yanlarına inşa edilmiş, konakların önündeki sokak iç avlu olmuş ve muhteşem bir otel/konaklama tesisi yaratılmış. Projenin adı da “zamanın dışına yolculuk/şehri hisset…”
Yeşil alanlar, parklar, hayvanat bahçeleri, kapalı akvaryum, suni şelale, gezinti için korsan gemisi, bilim deney merkezi… Ahşap heykeller, lüle taşı, keçeden bez bebekler, cam işleri… Neredeyse yok yok gibi kentte. Bir adım ötekini beslemiş, insan yoğunluğu da çeşidi artırmış.
Kentle özdeşleşen, kentin adının dünyalı olmasındaki en önemli mekân ise Balmumu Müzesi. Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in adını taşıyor müze. Çünkü heykeller onun eseri. Gerçek boyutlarında.
Venedik’ten etkilenerek kente gondol taşıyan Belediye Başkanı, Londra’daki ünlü Madam Tussaud Müzesi’ni gezerken de oradaki heykellerden etkilenmiş. Bu müzedeki Atatürk heykelini beğenmeyince, kendi yapmaya karar vermiş. Ve Atatürk’le başlayan müzede neredeyse yok yok. Erdoğan’dan Demirel’e, Kılıçdaroğlu’ndan Özal’a Türk siyasetçiler; Obama’dan Putin’e dünya liderleri, Nazım Hikmet’ten Fazıl Say’a sanatçılar, Angelina Joli’den Julia Roberts’e yabancı sanatçılar. Gazeteciler, yazarlar… Yaşayanlar, yaşamayanlar. “Denktaş eksik” dedik, sırada o var dediler…
Anadolu ve İzzet Baysal isimli iki de üniversitenin bulunduğu kent, yoktan var olmanın adresi gibi. Sıradan bir kasabadan turizm kentine dönüşmenin örneği. “Nasıl başardılar” diye söylenirken, yaşlı teyze ünlü veciz sözü hatırlattı: “Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır…”
Belediye başkanının rolünü vurgulamak için söyledi teyze bu sözü ama galiba insanlar da çalışıyor, üretiyor. Ve kanaatkâr. Ürettikçe, başardıkça da kendiyle gurur duyuyor.
Kentlinin aidiyet duygusu; kendiyle, kentiyle gururlanması belki en büyük hayıflanma nedenim oldu. Hele, bir grup kadının kapı önünde oturma nedenlerini açıklarken, “çayımızı burada içiyoruz, gelen geçene yol tarif ediyoruz” sözü, gezgin ruhumda en fazla iz bırakan oldu galiba…
“Yoktan varoluşun adresi ESKİŞEHİR” üzerine bir yorum