KENYA… Yoksulluğun da, zenginliğin de tavan yaptığı topraklar. Buralarda isyanın adı dans

Bir gezginden alıntı yaparak “Afrika topraklarına bir kez ayak basan, bir daha aynı insan olarak kalamaz” demişti arkadaşım Kenya yolculuğum öncesi.  Bu sözün haklılığını Kenya’ya ayak bastığım gün fark ettim, toplam 17 gün süren seyahatim de pekiştirdi bu farkındalığı.

Kenya’ya yolculuğum, bilindik gezmelerimden farklı bir seyahat oldu. Gezgin ruhumla bilindiğimden belki, bu da öyle algılandı ama değildi. Bir sosyal sorumluluk projesi demek daha doğru. Gerçi gezme, keşfetme, farkındalık, oradaki yaşamı algılama bakımından daha da nitelikli katkı sağladı ama özünde bir sosyal sorumluluk projesi.

Bir gün bir telefonla gündemime girdi. Merkezi Avustralya’da bulunan, adını ilk defa duyduğum Kıbrıslı Türk Ayda Sabri’nin kurduğu, o güne kadar tanımadığım The Gift a Dream (Bir Hayal Hediye Et) adlı bir vakfın organize ettiği bir proje. Kenya’nın başkenti Nairobi’de çoğunluğu engelli veya özel eğitime muhtaç yoksul çocuklara gönüllü eğitim veren bir okul/merkezle ilgili farkındalık projesi.

Önce gezgin, maceracı ruhum devreye girdi, Afrika ve safari zaten gerçekleştiremediğim planlarım arasında, reddedilecek bir öneri değil ama, amaları da var. Tanımadığım, bilmediğim yer, burada ne yaparım; yazmadan başka bir yeteneğim yok, o çocuklara nasıl katkım olabilir! Ayrıca virüsler, terör, bölgedeki sıkıntılar derken bir dizi kaygı; seyahat için uygun bir zaman mı! Soru çok, kaygılar var ama bir yanı çok çekici…

Böyle olur mu olmaz mı derken, projeye katılması gündemde olan ekip netleşmeye başladı. Bir baktım iki muhteşem sanatçılar, ikiz kardeşler, benim sevgili arkadaşlarım Sevcan Çerkez ve Semra Beyhanlı ekipte. Yine yakın arkadaşlarımdan, eğitimci Hatice Düzgün. Ve genç eğitimci, İngilizce öğretmeni, bu projeyle tanıştığım Şerife Çelebi. Ekip böyle bir yolculuk için ideal, daha iyisi can sağlığı dedirten cinsten. Nitekim yolculuğun sonunda “dünyanın sonuna kadar giderim” dedirten bir ekip.

Yol arkadaşları ilk teşvik oldu seyahat için. Ardından organizasyonu yapan vakıf ve vakıf sahibi Ayda Sabri’yi araştırma süreci. Nedir, kimdir, ne yapıyor derken; oğlumun dediği gibi katılmazsam hayatım boyunca keşke diyeceğimi fark ettim. Kıbrıs, Hindistan, Kenya dâhil dünyanın farklı bölgelerinde çalışmalarıyla tanınan, hakkında birçok yayın olan bir vakıfmış meğer. Tereddüt için hiçbir sebep yok.

Ekibin belirlenmesi ve toplam 17 günlük programın satır satır, gün gün elimize geçmesiyle gezi netleşti. İlk iş biletler alındı. Ama yapacak çok iş var. En önemlisi de aşılar. Zorunlu aşıları programlı şekilde yaptırabilmek ve uluslararası geçerliliği olan kart alabilmek için Güney Kıbrıs’ta devlet hastanesine başvurduk. Eski genel hastanede bu amaçla oluşturulan merkezde randevuyla aşılarımızı yaptırdık. Sarı humma, tetanoz, sıtma vs. Bazıları hap, çoğunluğu iğne.

“Yoksunluk” diyarına gideceğimiz algısıyla hazırlıkları birlikte yaptık ekiple, koordineli. Kalacağımız yer, görev alanımız, gezeceğimiz mekânlar v.s ile ilgili elimizde çok detaylı program olmasına karşın, oralarda ne bulup ne bulamayacağımıza dair deneyim yoksunluğu nedeniyle abarttık hatta. Ve gidince fark ettik ki aslında yok yok…

Hem bilinmeyen ve sorunlu olarak algılanan bir coğrafyaya gidecek olmamız, hem sürenin uzunluğu ve daha önemlisi salgın virüs nedeniyle seyahatlerle ilgili kaygıların birleşmesiyle aile, arkadaş, hatta hekim çevrelerinin ‘aman ha’ yorumları arasında 15 Şubat’ta başladı yolculuk.

Mısır Hava Yolları ile Larnaka-Kahire-Nairobi arasında aktarmalı transit uçuşumuz toplam 7.5-8 saat sürdü. Kahire havaalanında transit yolcu olarak geçiş yaparken, güvenlik kontrolü yapan resmi görevlinin rüşvet beklentisiyle çantalara bir süre el koyması dışında rahat bir yolculuk yaptık.

Nairobi hava limanında, gerek girişte, gerek ülkeden çıkışta alışılmışın ötesinde 5-6 kademeli güvenlik kontrolü yapıldığını da not etmekte fayda var. Benim bu güne kadar seyahat ettiğim ülkelerde görmediğim parmak basma, hava limanına daha girişte araçtan inerek güvenlikten geçme, uçağa girene kadar veya alandan çıkana kadar tekrar tekrar kontrol gibi önlemlerin ülkedeki güvenlik sorunuyla bağlantılı olduğunu tahmin ediyorum. Ama yolculuk sırasında söylendiği veya beklendiği gibi vücut sıcaklığını ölçen bir uygulama veya yaygın maske kullanımına ne kapılarda, ne de hava limanlarında rastladık.

Kıbrıs’tan bir saat ilerde olan Nairobi’ye inişte organizasyonu yapan vakfın sorumlusu Ayda Sabri, eşi Arthur Kipouridis ve görev alanımız olan Mary Rice Center’in sorumlusu Gerald Mgalula ile birlikte hava limanında karşıladı bizi. Bu ekip 17 gün boyunca her şeyimizle yakından ilgilendi. Yememiz, içmemiz, gezmemiz. Brother Gerald, şoförlüğümüzü de yaptı, gözü gibi korudu, hatta koruma sağladı başından sonuna.

Sadece bize değil, projeye katılan tüm ekibe aynı özen gösterildi. Güney Kıbrıs’tan gelen Pavlina Platanos ve Andreas Andreou ile Avustralya’dan Darren Sandford ile kalabalık bir ekip olduk. Hep birlikte, görev alanımız olan Mary Rice Center’e yaklaşık yarım saat mesafede, kiliseye ait bir tesiste kaldık. Sister ve Brother denen rahibe ve rahiplerin çalıştırdığı bir tesis. Danslarla, şarkılarla karşılayıp uğurlayan insanlar. Kaldığımız sürede Afrika danslarını sergileyen, bizimle birlikte çiftetelli oynayan insanlar.

Geniş yeşil alanı olan, hijyen, bahçesinde hayvanların dolaştığı, herkese açık bir tesiste konakladık. Geleneksel yapıda, çevresi duvarlarla çevrili, demir kapısı içerden açılan bir mekân. Zaten tüm tesis ve hatta evler yüksek duvarlarla çevrili Nairobi’de. Kimine göre güvenlik kaygısıyla, kimine göre bir kültür bu durum.

Tek kişilik odalarda kaldı tüm ekip tesiste. Kahvaltı ve akşam yemeği, damak tadımız ve sağlıklı beslenme dikkate alınarak hiç aksamadı. Balık, et, tavuk, makarna, salata, bahçeden avokado ve muz…

Buradan hafta sonları hariç hemen her gün mesaiye gider gibi Mary Rice Center’e gittik. Bazen 2, bazen 5 saatimiz burada geçti. İlk gün danslarla, adımız yazılı pankartlarla karşıladı öğretmenler ve çocuklar. Sınıflara girdik, çocukların yemek yemesinden eğitimlerine kadar her aşamayı yakından gözlemledik, kimi zaman yardımcı olduk, kimi zaman izledik. Ama tüm ekip bu iki haftalık sürede kalıcı izler bıraktı.

Eğitimci Hatice Düzgün, beraberinde götürdüğü ve oradan temin ettiği malzemelerle sıfırdan bir odayı montessori sınıfı olarak düzenledi. Boyası, perdesi, malzemesiyle… Hatta öğretmenleri de eğitti. İki hafta boyunca çocuklarla, öğretmenlerle iç içe yaşadı. Şerife Çelebi de ona yardımcı oldu. Seramik Sanatçısı Sevcan Çerkez, orada kil buldu, iki ayrı seramik heykel yapıp okula bıraktı. Ayrıca, çocuklara kurs verdi. Resim Sanatçısı, öğretmen emeklisi Semra Beyhanlı, okulun duvarlarını boyadı, yazılar yazdı. Gece gündüz çalışarak yağlıboya iki resim yaptı. Bu resimler okula bağış amacıyla açık artırmada satılmak üzere Ayda Sabri tarafından proje sonunda Avusturalya’ya götürüldü. Pavlina Platanos ve Andreas Andreou da, okulu ağaçlandırdı. Uygun bitkiler seçerek çocuklar, veliler ve öğretmenlerle birlikte tüm alanı ağaçlandırdılar. Çiçekler, ağaçlar, sebzeler. Darren Sandford da, çocuklarla müzik çalışması yaptı, her anı ve her adımı çekerek, röportajlar yaparak belgeseller oluşturdu.

Mary Rice Center, İrlandalı bir iş insanı tarafından kurulmuş, engelli kızının adını taşıyan bir merkez. Amacı engelli, özel ilgiye muhtaç, yoksul çocuklara eğitim vermek. Yaklaşık 15 yıllık. Burada down sendromlu, zihinsel engelli, otistik, farklı pozisyonda 100 civarında çocuk var. Gündüz eğitim veriyor, normal okul gibi. Kilise desteğinde ve tamamen gönüllü yardımlarla, bağışlarla çalışıyor. Mutfağı, terzihanesi var. Buralarda çalışanlar da genellikle veliler. İmkansızlık çok. Örneğin tekerlekli sandalye alamıyorlar, atölyede tahtadan sandalye yapıyorlar. Veya arabaları yetersiz, yürüyemeyen çocuklar anne-baba veya kardeşleri tarafından kucakta götürülüp getiriliyorlar. Ama yine de bölgenin vahası gibi. Çünkü burada kalan çocuklar, çoğunlukla Kibera bölgesinden.

Kibera trajedi, yoksulluk ve pisliğin tavan yaptığı bölge

Projenin amacı farkındalık, sosyal sorumluluk olduğu için, okul yanında okula kaynaklık eden Kibera’yı tanımamıza yönelik organizasyonlar yapıldı. Hem bölgeyi, hem de buradaki bazı evleri ziyaret ettik. Hatta insanların yaşamına tanıklık edebilmemiz amacıyla, otobüslerle yolculuk ettik. Hani filmlerde gördüğümüz, tavanı basık, 60 kilonun üstünde insanların oturmakta zorlandığı otobüsler.

Kibera denilen, Nairobi’nin göbeğinde insanlık trajedisi yaşanan bölgeyi, Mary Rice Center’de çalışan, bölgeden gençler eşliğinde gezdik. Güvenlik ekibiyle yani. Gençlerin ilk uyarısı, fotoğraf konusunda oldu. “Sadece bizim söylediğimiz yerlerde çekin” dediler sürekli. Zaten sadece bu bölgede değil, genelde fotoğraf çekmek sorun Kenya’da. Nedendir bilinmez, zengin bölgeler dahil çoğunlukla tepki gösteriyorlar fotoğraf çekilmesine. Bazen sert, bazen kafa çevirerek. Bazen de para istiyorlar fotoğraf karşılığında.

Kibera denen gecekondu bölgesi, uzun süre Afrika’yı, Kenya’yı sömüren İngiliz idaresinin eseri. Kenya’nın 1963’te bağımsızlığını kazanması üzerine burayı bir kabileye tahsis ederek gitmiş sömürge yönetimi. Sonradan arkası gelmiş. Zaten kabile diyarı Kenya. Ve süreç içerisinde sefalet yerine dönmüş. Evler teneke, lamarina. Bölge tamamen lağım içinde, tarifsiz bir pislik var. Çoğu evde tuvalet, mutfak, su, elektrik yok. Olanlarda da tellerle çekilmiş örneğin elektrik. Temiz su bir şirket tarafından parayla satılıyor, bidonlarla taşıyor insanlar.

Kenya’nın toplam nüfusu 50, Narobi’nin 5 milyon civarında ve bu bölgede yaşayan insan sayısı kimine göre 1.5, kimine göre 2 milyon. Neredeyse kentin üçte biri. Sefaleti ve pisliğiyle turistik olmuş bir bölge, ülkeyi ziyaret edenler özel rehberlerle geziyorlar. Burada yaşayanlar da ziyaretçilere doğal olarak tepkili.

“Pislik, sadece fakirlikle açıklanabilir mi” diye sorunca, aslında pisliğin biraz da kültür olduğu ortaya çıkıyor.

Ortalama günlük kazancın 1 (bir) dolar olduğu söylenen bu bölgede, çocuk anneler, hırsızlık, istismar, fuhuş v.s. yaygın. Zaten her adımda “dikkat” diye uyarıldığınız bir ülke Kenya, Nairobi. Çarşıya çıkacağımızda sırt çantalarımızla çıkmamıza izin vermedi örneğin görevliler. Veya takside giderken cam açmamıza şoför yanında, yan şeritteki araçtan bile müdahale oldu. Motosikletli veya yaya hırsızlara karşı uyarıcılar oldu hep. Ama açıkçası 17 günlük sürede, üstelik zaman zaman görevlileri ve organizatörleri atlatarak yalnız gezintiye, çarşılara çıkmamıza rağmen, herhangi bir taciz, saldırı veya hırsızlıkla karşılaşmadık. Belki şanstan ama yaşamadık.

Görev alanımızı oluşturan bölgeler dışında Nairobi’yi keşfe de çıktık. Her tarafı yeşil olan kentte fillerin, maymunların, aslanların bulunduğu onlarca doğal parktan bazılarını ziyaret ettik, yerel dansların gösterildiği merkezlerde eğlendik. Gerçi Kenyalıların hepsi dansçı. Engelli çocuklar da, sokaktaki çöpçü de. Müzik ve dans buraların adı. Taklit etseniz de yapamıyorsunuz, çünkü özleri. İsyanın adı. Bir arkadaşımın dediği gibi, biz konuşarak ve bağırarak isyan ederiz, onlar şarkılarla, danslarla…

Nairobi, Kibera ile sınırlı değil tabii ki. Gerçi Kibera dışında kentin genelinde fakirlik çok, hatta ülke nüfusunun yüzde 60’ı fakir. Ama yoksulluk gibi, zenginlik de tavanda.

Kibera’nın 100 metre ilerisinde, adım başında malikânelerle karşılaşırsınız. Geniş alanlar içinde konumlanmış, ev mi, otel mi dedirten cinsten. Sokaklar mercedes cip dolu. Modern binalar, oteller Avrupa’yı aratmıyor. Carrefour ve benzeri marketler, plazalar, her tür markanın inanılmaz fiyatlara satıldığı mekânların müşterileri de zengin Kenyalılar ve beyazlar.

Eğlence yerleri de çok. Dansın, müziğin, içki tüketiminin tavan yaptığı yerler.

Safari ve Masailer

Nairobi’deki programımıza 2 günlük safari turuyla ara verdik ikinci haftamızda. Kenya’ya gelip safariye katılmadan dönmek olmazdı. Üstelik Masailer, Afrika’nın en eski kabilesi de o bölgede.

Yaklaşık 6 saatlik bir yolculukla gittik Masai Mara denen safari bölgesine. Burası, Tanzanya sınırında, gökyüzünde kapak gibi duran ünlü Kilimanjaro dağının eteklerinde, bölgenin en büyük doğal parkı. Uçsuz bucaksız bir düzlük alan. Güneşin en güzel doğduğu yer, Afrika’nın kalbi. Küçük-büyük her türlü hayvanın doğal alanı. Aslanların, fillerin, zürafaların, gergedanların, mandaların, geyiklerin bulunduğu bölge.

Doğal park alanı içinde, havuzlu, doğanın içine konumlanmış muhteşem bir otelde konakladık. Maymunların ev sahibi olduğu bir otel. Kapı önünde kahve içerken onlar eşlik ediyorlar size. Hatta otel görevlileri “kapıları açık bırakmayın, odalara girip hırsızlık yaparlar” diye uyardılar girişte.

2 gün toplam 3 kez safariye çıktık. Uçsuz bucaksız, dümdüz alanda, toprak yollarda, üstü ve yanları açılabilen araçlarla filleri, aslanları, zürafaları aradık. Küçük büyük tümünü görebilmemiz, safariyi düzenleyenler tarafından büyük şans olarak nitelendi. Çünkü her zaman aynı şans olmuyormuş.

Bizle birlikte onlarca araç vardı safaride. Hatta havadan balonlarla veya iki kişilik uçaklarla safari yapanlar da. Bir fil sürüsü görüldüğü anda, tüm araçların aynı bölgeye toplanması ilginç gelmişti. Meğer, şoförler arasında irtibat var.  Aslan ağacın altında mesajı yetiyor tüm ekiplerin aynı bölgede toplanmasına. Çünkü tümünün amacı, müşterilerinin olabildiğince fazla hayvanı görebilmeleri. Özellikle aslan, fil, zürafa, leopar, manda, gergedan.

Dönüş yolunda da Afrika’nın en eski yerli kabilesi olarak anılan ünlü Masaileri ziyaret ettik. İlkel bir kabile, toprak evlerde yaşıyorlar. Afrika’yı simgeleyen rengârenk kıyafetleri, takıları, kocaman delik/kesik kulaklarıyla ünlü kabile. Hepsi ince ve uzun. Doğanın tüm renklerini taşıyan küpelerinden takmak için kulağınızın ortasını delmeniz, hatta kesmeniz gerekir. Her bir erkeğin en az 5, hatta bazılarının 10 eşi olan bir kabile. Parayla girilebilen bir bölge. Kişi başı 20 Dolar ödedikten sonra inebiliyorsunuz arabadan. Para ödenince yerel danslarla karşılayıp tur yaptırdılar. Ev denilemeyecek toprak sığınaklarını gezdirdiler, “öğretmen” öğrencilerine şarkı söyletti, hoşgeldiniz babında. “Doktor” dedikleri de, cinsel gücü artırıcı bitkilerden, tedavi edici otlara kadar bir masada sergiledikleriyle bilgi verdi. Ardından açık pazarda kadınların yaptığı takılar, el işleriyle ilgili siparişlerimiz alındı. Ama şartları vardı, sadece seçme yapacaktık. Parayla ilgili pazarlık kadınlar yanında değil, kadınların ait olduğu erkeklerle, kadınlardan uzak yerde yapıldı. Ve ancak onların izin verdiği kadar fotoğraf çekildi. Dünyanın en iyi koşucuları olarak bilinen bu kabilenin, izinsiz fotoğraf çeken araçların koşarak önünü kestiklerine dair hikâyeler oldukça yaygın bölgede.

Nairobi’de kaldığımız sürede ziyaret ettiğimiz onlarca yerden biri de sanat köyü. Zengin bir iş insanının kurduğu bir köy. Mary Center’de gönüllü olarak duvar boyayan Kenyalı Sanatçı Maggy aracılığıyla ziyaret ettik bu muhteşem köyü. Geniş bir alanda, rezidansı da olan, heykellerle donatılmış bir alan. Stüdyolardan oluşuyor. Her birinde farklı bir sanat icra ediliyor. Bir yerde yağlıboya, birinde Kenya’da çok yaygın olan teneke heykeller yapılıyor, diğerinde vitray, cam işleri. Atıl, eski terliklerden heykel yapımını da ilk kez burada gördük. Nasılsa yoktan var etmenin diyarı Afrika…

Her taraf kirli ama sigara içmek sorun, naylon yasak

Ve birkaç not…

-İngiliz sömürge idaresinin etkisini her yerde görmek mümkün Kenya’da.  Sömürge döneminde toprakların çoğunluğunun Avrupalılara tahsis edilmesinin de etkisiyle burada yaşayan yabancı, beyaz tenli çok. Ayrıca trafik bizim gibi, soldan. Araçlar sağ direksiyon. Fişler 3’lü.Ve Masailer dâhil herkes İngilizce biliyor. Ana dil gibi.

-Resmi para Kenya Şilini. Ama Dolar da kullanılıyor. Bir Dolar, 100 Şilin’e denk geliyor yaklaşık.

-Hristiyanların, Müslümanların, Hinduların birlikte yaşadığı bir ülke Kenya. Çoğunluk Hristiyan. Ama özellikle Katolik Kilisesi’nin hâkimiyetini her yerde görmek mümkün. Kiliseye ait okullar, kreşler, tesisler, sağlık merkezlerini adım başı görürsünüz. Yüksek duvarlarla çevrili, çoğu ikamet yeri olarak da kullanılan mekânlar. Misyonerlik çok yaygın.

-Toplu ulaşım zayıf, trafik sıkışık, taksi fiyatları pahalı ve istikrarlı değil. Aynı güzergâhı bir gün 800, ertesi gün 1500 Şilin’e gidebilirsiniz.

-Kirlilik bir kültür gibi. Çok yaygın. Ama diğer yandan sigara içecek mekân bulmak zor, açık alanlar dahil. Naylon ise tamamen yasak. Marketten satın almak isteseniz de yok, hatta tuhaf karşılanırsınız.

-İki mevsim var. Bizim orda bulunduğumuz şubat dönemi sıcak aylar içinde. Nisandan itibaren yağmurlar başlar, kesintisiz yağmur. Tropikal iklim hâkim

-Toprak çok verimli, kırmızı. Mısır, buğday, darı, muz, pamuk, çay, kahve, tütün vs. çok şey yetişiyor. Kentin her yanı yemyeşil.

-Giderken sinekler konusunda çok uyarıldık. Aşılandık, kremler ve ilaçlarla gittik. Ama sinek problemiyle karşılaşmadık.

-Çöp kutusu/bidonu bulmak zor. Çünkü çöpleri genellikle yakıyorlar

Fakir, mutlu, aidiyet yüksek

“Fakir ama genetik olarak mutlu” dedi bir arkadaş Kenyalılar için. Bir diğeri “farklı bir yaşam görmediklerinden mutlular” dedi. İkisi de doğru olabilir ama gerçekten hep dingin, hep keyifli, hep hoşgörülü bir insan topluluğu. Biraz genetik galiba, bizim aksimize. Hatta trafikteki tavırları da aynı. Trafik ışığı yayın değil, kim hangi yoldan geçer belli değil ama kavga, gürültü, küfür duymazsınız. Stresin, kaygının, endişenin uğramadığı diyarlar sanki. Sadece gözler… Gözlerdeki ifade hepsinde neredeyse aynı, burukluk. Belki hep sömürülmenin, hep ezilmenin, esaretin, yoksunluğun ifadesi.

Bende en çok iz bırakan, hani kendi ülkemle kıyas yaparsam en çok etkileyen ise, aidiyet duygusu. Ülkeye, vatana, toprağa bağlılık. “Devlet niye yardım etmiyor” diye sorduğum okul sorumlusunun “İmkânı yok, olsa yapardı” sözü belki kanaatkârlık. Ama “seni benim ülkeme götüreyim” dediğim 14 yaşındaki engelli ve öksüz çocuğun “here is my homeland” (burası benim vatanım) demesi, benim için unutulmaz.

Bir Cevap Yazın