Tatil planlarımızı yıllardan beri mümkün olduğunca sezon dışlarına kaydırma gayretindeyiz. Herkes giderken sen dön veya herkes dönerken git misali. Hem kalabalıklarda boğulmamak, hem de fiyat avantajı nedeniyle. Son yıllarda uçan fiyatlar, TL’nin değer kaybı, uçak biletlerindeki fahiş rakamlar nedeniyle daha da öncelikli oldu bu durum. Hatta nereye gideceğini fiyat bazlı belirleme daha mantıklı, zorunlu rota değilse tabii ki…
Son gezimiz de öyle oldu. Bir akşam muhabbetinde hade kaçalım dedik arkadaşlarla. Oraya mı buraya mı derken, hem yakın, hem ucuz seçeneklere odaklandık. KAYAK sitesinden ucuzlara bakınca, önümüze Rodos düştü. Çok makul. Larnaka bağlantılı uçuşlar yaz aylarında yapılıyor sanırım, çünkü biz son uçuşlardan birini yakaladık. Ekim başı, fiyat tahminlerden iyi. Otelleri taradık, bizim standart otellerden ucuz rakamlar bulunca bingo dedik. Üstelik görmediğimiz bir rota. Yağmur riski var ama artık o kadarı da göze alınır. Tek sorun, karşılıklı uçuşların haftada bir olması. 8 gün Rodos fazla gelir düşüncesiyle, dönüşü farklı güzergâhtan yapalım dedik. Rodos-Selanik-Larnaka veya Rodos-Marmaris-Ercan dönüş yolu çok pahalı olunca, gündemden çıktı. Bir baktık, Atina bağlantılı dönüş çok uygun. Daha önce ziyaret etmemiz nedeniyle gündemimizde olmamasına karşın Atina güzergâhını tercih ettik. Turistten fazla gezgin modunda yola çıkma planımız nedeniyle Rodos gibi Atina’da da merkezde bir otelde rezerv yaptık. Neredeyse Rodos’tan da düşük fiyata…
Sadece uçak biletleri ve iki otel rezervasyonuyla çıktık yola. İnternetten biraz okuduk, notlar aldık, haritalar indirdik. Yol nereye çıkarırsa… Ve hep iyi yerlere çıkardı. Muhteşem keyifli, huzurlu, dingin, eğlenceli, 6 günde her birimizin ortalama 80 bin adım attığı bir gezi…
Rodos, Larnaka’dan yaklaşık bir saat. Küçük sayılmayacak bir hava alanı var. Sezon sonu (ekim başı) olmasına karşın çok yoğun. Hava yolundan fazla deniz yolundan turist almasına rağmen yoğun. Binlerce insan taşıyan cruise gemilerinin de biri gelip biri gidiyor. Havaalanı, limanlar, çarşı, restoranlar, kahveler, cafeler; her yer turist dolu. Bizim gittiğimiz dönem çoğunluk Kuzey ülkelerinden. Yaz aylarında da Türkiyeli turistlerin gözdesiymiş ada. Sezon yok sanki buralarda, kim bilir belki de yıl 12 ay turizm var. Zaten verilere göre yıllık ortalama turist sayısı 2 milyon. Adanın toplam nüfusu da taksi şoförümüzün ifadesiyle 130 bin.
Adadaki ilk intibamız bize benzerliği oldu. Doğası, bitkisi, dar yolları… Neredeyse yabancı, tanımadığımız bitkiye, ağaca rastlamadık. Yemekler, içecekler de çok tanıdık. Bölgeye özel yemekler, içecekler var tabii ki ama ağız tadımıza uygun bir mutfak. Beyaz peynirli salata ise efsane. Meğer, Atina dâhil her yerde salataya beyaz peynir, üreticiyi korumak için kuralmış Yunanistan’da. (Keşke biz de hellime yapsak aynı uygulamayı.)
Otelimizi bilinçli olarak kent merkezinde seçtiğimiz için çoğunlukla araca ihtiyaç duymadan gezme, görme imkânı bulduk. Liman, ünlü saat, geyik heykelleri, çoğunlukla devlet binası olarak kullanılan taştan eski binalar buralarda. Rodos’un başkenti de Rodos. Liman boylu boyunca korunmuş, yürümeye imkân var. Yatlar, gemiler, cruislar ayrı ayrı bölümlerde ama yürüme mesafesinde tümünü görmek mümkün. Kocaman binaları veya fabrikaları dikerek denizle bağlantıyı kesmek yerine, doğalı korumuşlar. En büyük sermayeleri ve turizm malzemesi bu doğallık zaten. Bir çok uygarlığa ev sahipliği yapan ada, açık müze. Surlar, kaleler, anıtlar, heykeller, kiliseler, arkeolojik kalıntılar, taş binalar, camiler, çeşmeler, şövalyelerin izleri; adım başı bir eser. Hepsini korumuşlar, turizmin hizmetine sunmuşlar.
Old Town dedikleri surlar içindeki bölüm de aynı güzergâhta; merkeze, limana yürüme mesafesinde. Bana Mağusa’yı anımsatan bir görüntü. Büyüğü tabii ki… Tarihi dokunun en iyi örneğini oluşturan bu kocaman mistik alanın her tarafı surlarla kaplı. Birçok giriş–çıkış kapısı var. Bu alan da insan deryası. Çarşı, restoranlar, eğlence yerleri, tarihi eserler, şövalyelerin izleri; her şey var. Malta’da da rastladığım şövalyelerin izleri her yerde zaten. Gündüz/gece, sabah/akşam bitmeyen bir insan trafiği Old Town denen bölgede. Hep turist. Çalışanlar çoğunlukla Arnavut. İnsan buralarda dondurma satsa yaşar, öyle bir insan deryası. Ve buna rağmen inanılmaz bir huzur, dinginlik…
Osmanlı izleri de her yerde. Birçok cami var. Osmanlı döneminden çeşmeler, binalar. Türk esnaflar olduğu da söylendi ama biz rastlamadık.
Fiyatlar da genelde makul ama bize göre her şey pahalı tabii ki. 3 Euro’luk magnet için pazarlık yapınca, satıcı kadın ‘5 yıldır fiyatlarımız aynı’ dedi. Doğru, fiyatlar aynı ama TL kazanan bizler için aynı değil…
Rodos merkezde bir gün geçirdikten sonra, ertesi gün adanın en ünlü kasabası Lindos’a gittik. Yaklaşık 1.5 saatlik bir otobüs yolculuğuyla. Tepeden bakar bakmaz büyüleyici bir doğal limanla karşılaştık. Küçük, etrafı kayalarla çevrili, her tür deniz sporunun yapıldığı bir liman. Kasaba tipik Yunan adası stilinde dik yamaçlara dizilmiş ve tepede kale var. Aynı tip beyaz evler, daracık sokaklar. Her şey turizm için. Her şey turistik ve Rodos merkeze göre daha pahalı. Talep, ziyaretçi o kadar çok ki… Araçlarla girilmiyor buraya. Yürüyerek gezmek gerekiyor. Eşekler de gezinti aracı. Sokaklar yürüyemeyecek kadar turist dolu. Sadece tepedeki kaleye tırmanmak için saatlerce kuyrukta bekleyen binlerce turist…
Bu muhteşem köyde yaklaşık bir gün geçirdik ve gece Rodos merkeze, otelimize döndük.
Ertesi gün keşfe devam. En uygun, en ulaşılır neresi diye bakınca, küçücük Symy adasına gitmeye karar verdik. Rodos’tan gemiyle 1.5 saat mesafede. Yolda giderken gemimiz bir ara Türk bayrağı çekince, Türkiye sınırlarına girdiğimizi fark ettik. Meğer bu şirin adacık Marmaris/Fethiye/Foça’nın karşı kıyısında. Hatta yanılmıyorsam Foça’ya yarım saat, Rodos’tan daha yakın.
Symy de ilginç bir adacık. Kayalıklar üzerinde, dik yamaçlarda renkli evler ve kocaman bir liman. Giden gelenin haddi hesabı yok. Toprak yok, ağaç yok, daracık sokaklar. Merdivenlerle ulaşılan evler. Kahvecimizin ifadesiyle burada sürekli yaşayan nüfus 3 bin civarı. Geçim kaynakları balıkçılık, deniz ürünleri ve tabii ki turizm. Rodos’a gidenlerin mutlak uğrak yeri Symy. Türkiye’den turistlerin de çok tercih ettiği bir bölge.
Herkes aynı hissi yaşar mı bilmem ama ben Malta ve diğer birçok benzeri yerde yaşadığım hissi yaşadım gerek Rodos, gerekse Symy’de. Neyimiz eksik hissi! Tarihi dokusu, uygar yapısı, dünyada ender bulunan denizi, dünyalıya uygun fiyatlarıyla bizim adamız niye çekim merkezi olmasın! Neyimiz eksik, dünyalı olmaktan başka…
Adaları geride bırakarak dönüş yolu için Atina’ya uçtuk, gitmişken de iki gece kalalım dedik. Rodos’tan yaklaşık bir saat uçuş.
Atina, Yunan uygarlığının beşiği; tarihi yer, ziyaret edilmesi gereken mekân çok ama onları zaten detaylı şekilde önceden keşfettiğimize göre bu sefer yürüyerek farklı güzergâhlar görelim dedik. Otelimizi de bu nedenle merkeze yakın bir konumda tercih ettik. Hem çok ucuz, hem yolları arşınlamaya müsait bir konum. Günlük 10-15 bin adım attık. Tepedeki Akropolis’in etrafından çember çizerek, Omonia, Manastraki, Plaka bölgelerini kapsayan yürüyüş turları.
Bu sefer daha çok sokakları keşfettik ya, gerçek hayatla daha çok yüzleştik. Bir yanda Plaka gibi yeme/içme/dans/eğlence merkezleri, bir yanda inanılmaz yoksulluk ve çöp yığınları. Avrupa başkentlerinin en kirlisi sanırım Atina. Her yer çöp dolu. Daha kötüsü dilenciler, eroini caddede enjekte eden uyuşturucu müptelaları, evsizler her yerde. Evsizlerin konakladığı hantal, döküntü binalar… Ama bunlara rağmen Atina da, Yunan uygarlığının, tarihi dokunun çekiciliği ve yeme/içme kültürü nedeniyle turizmin gözde kentlerinden. Her yer turist kaynıyor.
Atina’dan emin değilim ama Rodos ve Symy (Simi) ideal rotalar. Sade, doğal, huzurlu, ucuz. Malta’nın Gozo adasındaki bir tabelada yazdığı gibi, “doğa ile oynama” belgisini izlediler. Oynamayarak, koruyarak, sahip olduklarını avantaja dönüştürdüler. Mağusa gibi tarihi bir kentin denizle bağlantısını kesen, Bafra sahilini dev otellerle insandan koparan bizim yarım adacığın buralardan alacağı ders çok…