Bir yanı çöl, bir yanı Akdeniz iklim kuşağında verimli, zeytinliklerle kaplı… Petrol gibi yeraltı kaynakları yok, insanların aylık geliri ortalama 250 JOD, ama parası Sterlin’den değerli. 1 JOD-38 TL’den fazla… Hem şeriat, hem medeni hukuk geçerli… Huzurlu, istikrarlı bir görüntüsü var. Arap baharından bile etkilenmemiş. Dahası, sınır komşusu İsrail ile barış anlaşması olan ender Arap ülkelerinden. Sanki Ortadoğu’nun kalbinde kurtarılmış bölge gibi Ürdün.
Bu tespitler biraz hayret içeriyor, gerçekten hayret içinde kaldığım çok oldu Ürdün ziyaretimde. Sanırım Arap dünyasına yönelik önyargıların etkisiyle, tanımlayamadığım, neden bulmakta zorlandığım birçok gözlemim oldu. Belki sadece gezip görmek lâzım ama meslek hastalığının etkisiyle neden, nasıllardan kurtulamıyoruz.
Hem hayretlerde kaldım, sürekli sorularla yanıt aradım; hem büyülendim. Özellikle antik kent, Mars’ı andıran mühendislik harikası Petra; dünyanın en alçak noktası, İsrail ve Filistin manzaralı Lut gölü (Ölü Deniz); mistik çöllerde safari; Bedeviler; Bedevi ‘çadırlarında’ konaklama; antik Roma kenti Jerash rüya gibi.
Ürdün’ün istikrar, gizem ve çekiciliğinin sırrı ne diye yanıtlar aradım bir hafta boyunca. Sanırım en başta coğrafi konum geliyor. Ortadoğu’nun göbeğinde. İsrail, Filistin, Mısır, Suudi Arabistan komşu ülkeler. Bu konumundan dolayı belki, Amerika ve İngiltere ile stratejik ilişkileri var. Sanki bölgede denge ve istikrar unsuru. Tarihi konumu da avantajlı. Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler tarafından kutsal sayılan toprakların kesiştiği yerde. Bu konumu avantaja çevirmiş, benim gibi gezginler yanında dini amaçlı turizm faaliyeti çok. Ve bu ülkenin bölgede fark yaratmasının bir diğer önemli etkeni de galiba Kral Abdullah’ın, hatta kraliyet ailesinin eğitimli, Avrupa kültürü almış olması.
Ürdün’e APEX tur şirketinin organizasyonuyla, yani hazır bir programla gittim. Kendi başı boş gezilerimden değildi, önyargılarım nedeniyle buna cesaret edemedim açıkçası. Ama belki benim planlayacağım geziden daha iyi bir gezi oldu. Toplam 10 kişilik, sanki seçilmiş gibi uyumlu bir grupla 15 Eylül’de başladı gezimiz. 6 gece, 5 tam gün kaldık Ürdün’de. 6 gecenin 5’i farklı yerde, farklı otel veya tesiste. Sadece tek bir yerde iki gece geçirdik. Doğal olarak hep seyyah halinde, bavulu kıyısından açarak, gece konaklamalı sabah harekete geçme şeklinde yoğun bir tempo. Günde en az 15 bin adım. Bu tempoyla Amman’dan başlayarak Madaba şehrini, Nebo Dağı’nı (Musa’nın dağı), Wadi Rum’u (çölleri), Al Sultana Kampı’nı (çölde çadır), mühendislik harikası büyülü Petra’yı, Karak kenti/Karak Kalesi’ni, Lut Gölü’nü (Ölü Deniz), antik Roma kenti Jerash’ı gezdik ve bu güzergâh üzerindeki köyleri, kasabaları, Bedevi yerleşim yerlerini gözlemleme şansı bulduk. Son durak, hareket noktası Amman oldu. Yaklaşık bin kilometrelik bu gezide ayaklı kütüphane gibi muhteşem bir rehber de eşlik etti bize Ürdünlü. Türkiye’de diş hekimliği eğitimi almış Rifat Al Shboul.
Larnaka’dan Amman’a uçuş süresi bir saat, hatta 50 dakika. Uçakta hostesler erkek. Kadın hostesler de gördük, ama sanırım sadece vip yolculara hizmet veriyorlar.
Amman Havaalanı modern. Avrupa ülkelerindekilerden farkı yok. Müslüman bir ülkeye indiğinizin tek göstergesi yöresel başörtülü kadınlar ve kadın/erkek tuvaletlerinin farklı yerlerde, mesafeli olması.
Amman, modern şehir görünümünde. Çok yüksek binalar var, genellikle dış mekânları cam. Bu ticari binalar dışındakilerin ise dış yüzeyleri yerel, yöresel taşla kaplı. Ürdün gezimiz boyunca birçok yerde gördüğümüz binalardaki, evlerdeki taş kaplama, zorunlu bir uygulama.
Kırsal bölgelere kaydıkça binalar daha düzensiz, hatta kötü durumda olanlar çok. Turizm bölgelerinin hızlı gelişmesiyle yığma yapılar artmış. Çoğunlukla vadilerden oluşan ülkede, Mardin tipli tepelere dizilmiş taş binaları her yerde görmek mümkün.
Sokaklar lüks arabalarla dolu Amman’da. Kalabalık bir kent. 10 milyonluk ülke nüfusunun yarısı başkentte yaşıyor.
Dönüş yolunda Amman’da yaptığımız kısa gezide, yeni ve modern çarşıları değil, eski kenti, geleneksel çarşıyı tercih ettik. Alışveriş yapan da oldu ama genelde pahalı. Fakat yüksek fiyatına rağmen geleneksel kuru baklava ve zerdeçal (yöresel adıyla Karukum) almadan da olmazdı.
Nebo Dağı, ilk gün ilk durağımız. Yüksek bir konumda, ama en az yürüdüğümüz, en rahat gezdiğimiz yer oldu. Hz. Musa’nın Mısır’dan Kutsal Topraklara yaptığı yolculuğun son durağı, Hz. İsa’nın da haç yolu üzerinden buradan geçtiğine inanılıyor. Hem Museviler, hem Hristiyanlar için kutsal kabul edilen Nebo’da ilginç heykeller, mezarlar, kilise var. Tepedeki kilisenin zemini çok özel mozaiklerle dolu. Kilisenin hemen önünde de üzerine iki yılanın dolandığı, yere saplanmış bir asa var. Tıbbın sembolünü anımsatan bir heykel. Tanrı’ya inananlar için şifanın sembolü olarak kabul edilen bu heykelle ilgili rivayet çok.
Nebo Dağı’nın hemen yakınında, Madaba kasabasında da mozaik fabrikasını ziyaret ettik. Ülkenin her yanına yayılan, her tür eşya için kullanılan, hediyeliklerde ve ihracatta önemli bir el ürünü olan mozaik. Kral Abdullah’a ait bu mozaik fabrikası, daha doğru ifadeyle atölye, ülkede tek üretim yeri olarak üretip satıyor ve ihraç ediyor. Burada çalışanlar da çoğunlukla engelliler veya ihtiyaçlı kişiler, kadınlar.
Bu kısa sayılabilecek molanın ardından sırada Wadi Rum, çöl bölgesi. Mistik dünya. UNESCO korumasındaki kızıl kumlar, kum taşı ve granitten oluşan yer şekilleri nefes kesici. Sinema filmlerinde Mars’ın yüzeyi olarak kullanılıyor. Safari araçlarıyla turladık kumları. Osmanlı zamanında Arap isyanını destekleyen Ünlü İngiliz ajan Thomas Lavrence’ın saklandığı, karargâh olarak kullandığı dev kayalıkları da görme şansımız oldu.
Turizm polislerinin gözetiminde kayıt yaparak safariye çıktık. Kayıt ve kural şart, aksi halde çölde kaybolmak an meselesi. Kumlarda, kızıl çölde yokuşları uçarak inen, tozu dumana katan, aynı anda binlerce turisti ağırlayan safari araçlarının sürücüleri genellikle Bedeviler. Çöl safarisini balonla, atlarla veya develerle yapanlar da az değil.
Sinema filmlerinin çevrildiği bu bölge, koruma altında ve kum almak yasak.
Bedevi çadırlarındaki ikramdan sonra güneşin batışını gözlemlemek için akşam saatlerine kadar bekledik. Ve o anı binlerce insanla birlikte yaşadıktan sonra gece konaklama yerimiz Al Sultana Kampı’na gittik. Daha anlaşılır ifadeyle Bedevi çadırlarına.
Herkes gibi ben de yolda, çöllerde giderken ürpermedim değil açıkçası ama gece konaklayacağımız kampa varınca gereksiz bir kaygı olduğunu anladım. Burası ve bölgede bulunan çeşitli tipteki çadırlar, aslında otel. Brandadan otel. Elektriği, suyu, duşu, dolabı, hatta fön makinesi olan odalar. Tesisin yüzme havuzu bile var.
Gece burada geleneksel yemekleri, çölün altında pişirilen kuzu tandırı gözleme imkânı bulduk. Törenle toprak altından çıkarılan tandır, akşam yemeğimizdi. Danslı, oyunlu gece eğlencesi de bonus oldu diğer turistler gibi bize de…
Ve Petra. Daha yola çıkarken beni heyecanlandıran büyülü diyar. Kimi Mars’a benzer, kimi mühendislik harikası dedi; bakalım nasıl bir yer!
Yaklaşık bin metrelik ilk girişi atlarla yaptık Petra’ya. Daha henüz toprak yoldayız, vadiye girmedik. Kimi atla veya atlı arabayla, kimi elektrikli araçlarla geziyor bu dev kanyonu. Biz yürümeyi tercih ettik. Yaklaşık 3 saat yürüdük, belki yarısını bile gezemedik.
Nedir, nasıldır, nasıl anlatılır Petra!
Milattan önce inşa edilmiş bir kent burası. Yaklaşık 2 bin 500 yıllık geçmişi olduğu tahmin edilen bir antik kent. Nebati uygarlığı tarafından 500 yılda yapılmış. Kaya bloklarını oyarak barınma yerleri, tapınaklar, kaya mezarları, heykeller, su kanalları, tiyatrolar, sütunlu sokaklar, barajlar yapmışlar. Kente giriş ise, yer yer birkaç metreye kadar daralan vadiden yapılıyor. Vadi de derin kaya yarıkları. Belli ki amaç güvenlik. Gizlemişler kenti.
Bu dev kayalıklar arasındaki vadi/kanyondan geçerek kente ulaşır ulaşmaz karşımıza çıkan en görkemli yapı, Ürdün’ün simgesi haline gelen El Hazne. 40 metre yüksekliğinde, kızıl bir şaheser. Sütun başlıkları, figürleri, karmaşık şekilleri, kızıllığıyla büyüleyici. Bu binanın içine giriş yasak. Yıkılabilir, zarar görebilir gerekçesiyle deniyor ama uzmanlar, binanın altında gömü odaları olduğunu, mozole gibi bir yapı olduğunu belirtiyorlar. Binlerce yıl önce böyle yüksek bir binanın neden yapıldığı ise hâlâ araştırmacıların ilgi odağı.
Asırlar boyu kaderine terk edilen, kum yığınlarının altında kaybolan Petra, 1800’lerin başında İsviçreli gezgin Johann Burckhardt tarafından keşfedildi ve 1800’lerin sonunda insanlığın hizmetine sunuldu.
Petra şimdilerde Ürdün’ün göz bebeği. Günde 30-40 bin turist ziyaret ediyor burayı. Ülke turizminde ve tanıtımında en önemli eser. 2007’de ‘dünyanın 7 yeni harikasından biri’ ilân edildi. Karadan, havadan çok iyi korunuyor. Turizm polisi kuş uçurtmuyor.
Bizim grupla yaklaşık 3 saat yürüdük bu kanyonda. Dev kayalar arasından geçerek El Hazne’yi, anfi tiyatroyu gördük. Ama antik kentin yarısını bile gezemedik sanırım. Bu görkemli antik kenti 2, hatta 3 günde tamamlayanlar olduğu söyleniyor.
Doğal bir film sahnesine benzeyen, insana başka bir gezegende hissi veren Petra, İndiana Jones, Mumya gibi ünlü filmlerin bazı serilerine doğal sahne oldu.
Gece bölgede bulunan bir otelde konakladıktan sonra sabah erken yine yola çıktık. Bu kez güzergâh önce yol üzerindeki ünlü Karak Kalesi ve ardından Lut Gölü.
Lut Gölü’ne gece olmadan vardık. İlk defa iki gece aynı oteldeyiz. Yani tam günümüz var. Gece iyi bir dinlenmenin ardından ertesi gün sabah ve akşam meşhur göl ile tanışacağız. Bakalım ünü nereden geliyor!
Göl kenarındaki havuzlu dev otelimizden yürüyerek indik göle. Göl mü, deniz mi, onu da bilmiyorum! Çünkü hem Lut Gölü, hem Ölü Deniz deniyor. Meğer gölmüş, Ölü Deniz denmesinin nedeni de gerçekten ölü olması. Çarşaf gibi demek bile hafif kalır, o denli ölü. Ama esas neden ölü nitelemesinde, yüzde 30’u aşan tuzluluk oranı nedeniyle içinde hiçbir canlının yaşayamaması.
Lut Gölü, dünyanın en alçak yeri. Tuzluluk oranı yüzde 34. Bu nedenle içinde hiçbir canlı yaşayamıyor. Ama potasyum, magnezyum ve çinko gibi elementler bakımından zengin. Bu nedenle göl şifa kaynağı olarak kabul ediliyor. Tüm dinler için de kutsal.
Bu bölgenin ülkeye getirisinin yıllık bir milyar Dolar’ı bulduğu söyleniyor. Sadece göle girmek, göl bölgesini görmek için akın akın gelen turistler yanında, sektör de olmuş. Kremler, saç boyaları, takılar. Gölden çıkan çamur da şifa niyetine şişelerde satılıyor.
Biz ne yaptık Lut Gölü’nde! Çamurla yoğrulduk, suya girdik ama yüzmedik. Yüzmek kolay değil, hatta riskli.
Görevlilerin gölün dibinden çıkardığı mineralli çamurla vücudumuzu iyice sıvadık, bir süre bekledik ve suya girdik. Amaç yüzme değil, ayağımızı yerden kesmeden o suda yıkanmak. Çünkü ayağı kestiğiniz anda düzelmek zor. Suyun üzerine bırakılan yüzme simidi gibi…
İsrail ve Filistin manzaralı bu bölge, çöller ve Petra gibi koruma altında.
Amman’a dönüş yolunda son durak Jerash. Çok duydum, çok okudum ama yine de görünce hayretler içinde kaldım.
7 bin yıllık tarihi antik kent Jerash. Roma şehirlerinden. Hipodromu, tapınağı, sütunları, tiyatrosuyla dünyadaki en iyi Roma şehirlerinden. Depremlerden zarar görmüş ama yine de muhteşem.
Bu bölgenin tek dezavantajı, diğer tarihi yerler gibi koruma altında olmaması. Yer yer yıkılmış, ama yer yer taşların çalındığı da net olarak gözlenebiliyor. Hatta etraftaki kasabada bazı binaların buradan çalınan taşlardan yapıldığını çıplak gözle bile görmek mümkün.
Ürdün, yeni bir ülke. Resmi adıyla Ürdün Haşimi Krallığı. 1921’de İngiliz mandası olarak kuruldu. 1946’da bağımsızlığı verildi.
Nüfusu 10 milyon, yarısı başkent Amman’da. Toplam nüfusun yarısına yakını Filistin ve Suriye göçmeni. Ülkenin petrol gibi yeraltı kaynakları yok ama fosfat çıkarılıyor. Önemli bir ihraç ürünü. Geçmişte haç yolları için yapılan tren yolu, şimdilerde bu fosfatın Akabe kentindeki ülkenin tek limanına taşınması için kullanılıyor. Tren üzerinde Türk bayrağı var, bunun nedeni de tren yolunun Osmanlı döneminde yapılması.
Bu liman Ürdün’ün denize açılan tek kapısı, Kızıl Deniz’e. Denizle başka bağlantısı yok.
Güvenlik sorunu olmayan bir ülke, en azından bizim gözlemimiz bu. Huzurlu, dingin. Bazı ülkelerde, örneğin Mısır’da çok yaygın olan bahşiş dilenmeye, bir iki istisna hariç rastlamadık. Nüfusun büyük çoğunluğu Müslüman, Hristiyan azınlık yüzde 5 civarı. Ama birçok yerde camilerle birlikte kilise de görmek mümkün. Çünkü birçok uygarlığın beşiği. Camilerin dikdörtgen yapısı da ilginç.
Ürdün gezimiz öncesi kıyafet konusunda çok uyarı oldu. Kavurucu sıcak var ama öyle şortla, askılı bluzla gitme diyenler çoğunluktaydı. Biz de tedbirli gittik tabii ki, tüm ekip. Hatta gözlem yapana kadar ilk iki gün kavurucu sıcakta pantolon tercih ettim ama bu da önyargı çıktı. Başkent Amman dahil gittiğimiz herhangi bir yerde şort veya askılı bluzla rahatsızlık hissetmedik.
O kadar çok turist var ki dünyanın her yerinden, turizm bölgelerinde Bedeviler dahil herkes turizmci. Sokaktaki satıcı da, oteldeki garson da, çadırda veya çöldeki Bedevi de. 10 milyonluk ülke yılda 3 milyondan fazla turist ağırlıyor. Bazı yıllar 5 milyon. Turizm geliri ortalama 4 milyar Dolar. Bizim oralarda olduğumuz eylül ortası sokaklar, turistik alanlar, oteller inanılmaz kalabalıktı ama esas yoğunluk, havanın kısmen serinlemesi nedeniyle ekim ayı.
Eğitimli bir nüfusu var Ürdün’ün. Derdini anlatacak kadar İngilizce bilen yaygın. Kıbrıs’ı, Kıbrıs’ta Türklerin olduğunu da bilen çok. Zaten buralarda Ürdünlü öğrenci sayısı az değil, belki onun da etkisiyle. Türkiye ile ilişkileri de yakın, orada eğitim ve sağlık hizmeti alanlar var. Arap dünyasının genelinin aksine, Türkiye’ye sempati var.
Kadınların kıyafetlerinde zorunluluk yok gibi gözlemledim. Her türü var. Başı açık, biz gibi de var, geleneksel başörtüsü kullanan da, çarşaflı olan da.
Nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu Ürdün’de bazı alanlarda medeni hukuk, bazı alanlarda şeriat hukuku uygulanıyor. Şeriat hukukunun uygulandığı alanlar evlenmeler, boşanmalar ve miras konuları.
Yemekler de çok zengin. Bol yağlı tabii ki. En yaygın yemekleri, en azından benim gördüğüm etli veya tavuklu pilav. Ekmek yerine çoğunlukla pide kullanıyorlar veya sunuyorlar. Beni çok mutlu eden detaylardan biri de her zaman, her yemekte zeytin ve limonun eksik olmaması.
Alkollü içki bulmak zor. Bir tek otelde alkollü bira içebildik. Bedevi çadırlarında alkolsüz bira ile idare ettik. Ama sanırım lüks, büyük oteller dışında turistik tesisler dahil alkol bulunması zor.
İnternet genelde iyi Ürdün’de. Hemen hemen her yerde, otellerde, otobüste, hatta Bedevi çadırlarında bile WF var. Ben havaalanına iner inmez telefon hattımı kapattım, 20 GB’lık telefon kartı alıp taktım. 20 Dolar. 6 gün boyunca hemen hemen her yerde çok rahat iletişim imkânı sağladı.
Fişler de alternatifli. 2’li, 3’lü mümkün. En azından kaldığımız otellerde her iki tipte fişlerin olması işimizi kolaylaştırdı.
Bu yazı meraklılara, gezginlere ayak izi olacaksa, şunu da eklemekte fayda var. Ürdün, uçak biletinden, küçük şişe suyuna; kahveden magnete kadar özellikle turistler için pahalı, hatta bizim gibi TL kullananlar için çok pahalı bir ülke. 1 Ürdün Dinarı’nın (JOD) 38 TL’den fazla olduğunu dikkate alırsak, durum daha iyi anlaşılır sanırım. Tarihi yerlere giriş ücretleri de birçok Avrupa ülkesinden fazla. Örneğin Petra’ya giriş 70 Dolar. Yürüyerek değil de elektrikli araçla gezmek isterseniz, ekstra 20 Dolar kişi başı.