(O’nu kaybedeli 4 yıl oldu)
Küçük yaşta öksüz kalmıştı, 1930’ların sonlarında. Her vesileyle anlatırdı babasının Atatürk ile aynı yıl öldüğünü, öksüz kalmanın acısını, anasının acı ve sıkıntılarını… Bundan dolayı sanırım, ilkokuldan sonra eğitimine devam edememişti. Yoksa; doğduğu, yaşadığı Aynikola/Esentepe, eğitime verdiği önem ve zengin/derin insan potansiyeliyle bilindi hep. Türk’ü/Rum’u, adalının hala saygıyla andığı Salih Mecit gibi tarihe geçmiş eğitimcilerin iz bıraktığı, üretimle iç içe bir coğrafya…
Aileden miras varlıklıydı da. Savaşta tüm varlığını geride bırakıp 4’ü kız 5 çocukla göç yollarına düştüğünde, yara olarak kaldı geride bıraktıkları. Tırnaklarıyla, alın teriyle kurduğu, var ettiği her şeyi geride bırakmanın yarası, savaştan sonra 40 yıl hiç azalmadan devam etti.
Belki babasını erken kaybetmenin, belki 6 kardeşin en küçüğü olmanın, belki de anası gibi anaerkil yapıyı temsil etmesinin etkisiyle her yaşta, her dönemde, hatta son gününe kadar merkez oldu hep. 20’li yaşlarda evlenmesinden itibaren malı/mülkü/parayı hep O idare etti. Aylarca uzak bölgelerde memurluk yapan, İngiliz Sömürge Yönetimi’nin “becayiş” politikası gereği sürekli farklı yerlere göreve giden orman memuru kocasının görevlerini de üstlendi. Bağların sürülmesinden mevsimlik işçilerin konaklamasına, paluze ve sucuk yapımından sapanla sürmeye kadar her şey ondan soruldu…
Yaşadığı coğrafyanın ve aile geleneklerinin etkisiyle hep insan zengini oldu. Kimliğine, kişiliğine, makamına, durumuna, duruşuna bakmadan herkesi ağırlamayı, konuk etmeyi yaşam biçimi olarak benimsedi… Gariptir, daha 1950’li yıllarda en iyi yerlerden giyindi, araba yokken elbise diktirmek için Limasol’da özel terzilerle çalıştı… Şarkı söylemekten ud çalmaya, purodan sigaraya, boks maçlarından futbola, gonga oyunundan el işlerine; her şey ilgi alanına girdi. Yürüme sorunlarının başladığı, görme ve duyma kaybı yaşadığı son yıllarında bile keyiflerinin hiç birinden vazgeçmedi. Yardımsız yürüyemediği günler bile onu Dipkarpaz’a, Yeşilırmak’a, ayda bir boya için kuaföre gitmekten alıkoymadı. Veya hasta yatağında oje sürmekten, cebinde ruj taşımaktan… Veya bahçe içinde ev yapma hayalinden, portakal ağacını aşılamaktan, gece yarısı veya sabahın 7’sinde mangal yakmaktan/yaktırmaktan… Bedeni tükenmesine rağmen ruhu ve zekası, önsezileriyle son anına kadar şaşırtmaya devam etti…
Bir efsane gibi yaşadı ve aynı şekilde öldü. 80’inde zeytin ağacı dikti; tıpkı Nazım’ın dediği gibi, çocuklarına kalır diye değil, yaşama tutkusundan… Nasıl yaşanacağının örneği oldu ve belki bundan, uyurken huzurla göçtü…
O, anaerkil kadının simgelerindendi. Gerçek bir Kıbrıslıydı. Gerçek bir Aynikolalı/Baflıydı.
O; fal bakmasını, anlatmadan anlayan bakışını özlediğim, “bir gece gelmedin evimin ışığı söndü” diyen, beni öksüz bırakan annemdi…
(Gazete360/ 1 Nisan 2014)