ÖZGÜL KIZILBORA… ERENKÖY DESTANI’NI YAZANLARDAN

HEM MÜCAHİDE HEM ANNE… MAĞARALARDA TELSİZ OPERATÖRLÜĞÜ YAPTI,  RIZA VURUŞKAN’IN KAÇIŞINA TANIKLIK ETTİ… CEPHEDEKİLERE YAŞAM VEREN KADINLAR ARASINDA YER ALDI… SAVAŞIN ARDINDAN KANSERDEN DE GALİP ÇIKTI

Erenköy… Toplumsal mücadele yıllarında Türkiye’ye açılan tek kapı, bu nedenle ikmal yolu. Özellikle Kıbrıs Türkü’nün silahlandırılmasında üs görevi yapmış bir bölge. Ve bu yapısıyla hem 1964’te, hem 1974’te Rum/Yunan ordularının saldırısına maruz kalan, özellikle 1964 – 66 yıllarındaki destansı mücadeleyle tarihe geçen Türk toprağı. Bölgede yaşayanların ve eğitimlerini yarım bırakarak gönüllü olarak savaşa katılan yüzlerce üniversite öğrencisinin yazdığı bir destan. Aradan yarım asra yakın zaman geçmesine karşın hâlâ gözyaşları içinde, yutkunarak anlatılan travmalı günler. Erenköylü, Dillirgalı için ise sıcak savaşın yaşandığı 1964 – 66 ve 1974 dışında da tarihi boyunca ve ta 1976’ya kadar devam eden izole hayat, yokluk, imkânsızlık, çorak topraklar.

Özgül Kızılbora, Erenköylü. Erenköy savaşının yakın tanıklarından. Hem kadın/anne, hem mücahide olarak savaşın ve yokluğun acı yüzünü yaşayanlardan. Her sözünde, her mimiğinde izini görmek mümkün.

Ailenin mali imkânsızlığı nedeniyle ortaokuldan sonra eğitim alamamanın burukluğunu hâlâ yaşıyor. Mağaralarda geçen yaşamın insan hayatında bıraktığı izleri de. Ve mağarada telsiz başında vatan savunmasına katılmanın gururunu. O şartlarda çocuk doğurup yetiştirmenin güçlüğünü. Çorak Erenköy topraklarında 4 kişi meyve niyetine bir limonu paylaştıklarını anlatırken ise, sanki mutluluğun resmini çiziyor. Ve bölgeye, doğduğu topraklara, denize tutkusunu anlatırken de… Tümünü sözünde, gözünde, yaşamında görmek mümkün. Kuzey’e göçün üzerinden 35 yıl geçmiş ama o, bölgeli eşiyle, emekli polis Nazım Kızılbora ile birlikte Büyükhan’daki atölye/dükkânında Erenköy’ü, Dillirga bölgesini, denizi yaşatıyor/yaşıyor hâlâ. Kendi ifadesiyle “hobi”, ama daha fazla tedavi, terapi, yaşama tutunma arzusunun yansıması gibi. Özellikle “ölümün yüzünü gördüm, derin kuyulara inip çıktım” diye tanımladığı 3 ayrı kanseri yenmesinde bu hobi terapi olmuş.

YAŞAM KAYNAĞI “DENİZ”

“1964’te savaş çıktığında 16 yaşındaydım. Yeni nişan olmuştum, bir yıl önce komşu köy Selçuklu’dan Nazım’la. Nişanlım çalışmak için Lefkoşa’daydı. Sonra bölgeye döndü ve 1967’de evlendik. Köyde evlendik. Hiç bir şeyimiz yoktu. Her şeyi kendi ellerimizle yaptık, ta o zamandan el işlerine yatkınlığımız vardı ikimizin de. Sanırım yokluktan… Ve bu el işleri her dönem; hem orda, hem Kuzey’e geçtikten sonra her anlamda hayatımızı kurtardı. Hobi olarak da beni zor zamanlarımda hayata döndürdü.”

1948 doğumlu Özgül Kızılbora, okul yıllarındaki adıyla Özgül Ziya, ilkokulu köyünde, ortaokulu Lefke’de okudu. Zaten o yıllarda bölgelinin ya Lefke’de ya Poli’de okuma imkânı vardı.

“Ortaokula kadar okuyabildim, çünkü 4 kardeştik ve fakirdik. Hatta babam ortaokuldan da almak istedi. Ben okul müdürü Şinasi Tekman’a gittim, ağladım/yalvardım ve onun sayesinde ortaokulu bitirdim. Hemen de nişan oldum.”

Dönemin zor şartlarında yaşayan birçok Kıbrıslı Türk kadın gibi, okuyamamanın verdiği burukluğu hala yutkunarak saklamaya çalışıyor. Sıcak savaşın ardından bölgedeki kızlara Türkiye’de veya adanın farklı bölgelerinde okuma imkânı sağlanmasına karşın, nişanlı olduğu için bundan da yararlanamamış.

Sıcak savaş günlerinin artık sona erdiği, bölgedeki üniversite öğrencilerinin dönmeye başladığı, ortamın kısmen rahatladığı yıllarda evlendi. Ama izole hayat, yokluk, fakirlik şartlarında hiç bir değişiklik olmadı, tüm bölgeli gibi onun da hayatında. Karı – koca kendi elleriyle sığınacak bir ev yaptılar ve 1971 yılında da anne oldu. Bugün Mağusa’da bilgisayar işiyle uğraşan oğluna “doğal olarak” Deniz adını koydu. Erenköy’ün, Erenköylünün yaşam kaynağı deniz.

ÇORAK, VERİMSİZ TOPRAKLAR

Dillirga bölgesinin 1964’de Rum/Yunan ordularının saldırıya uğramasıyla, bölgedeki 4 küçük köyde (Alevkaya, Mansura, Bozdağ, Selçuklu) yaşayan Türkler de Erenköy’e sığındı. Türkiye ve diğer ülkelerde okuyan 500’ü aşkın üniversite öğrencisi de vatan savunması için geldi. Ve adanın batısında, bir yüzü Türkiye sahillerine bakan, etrafı Rum köyleriyle çevrili Erenköy’ün nüfusu bir anda üçe/dörde katlandı.

“Köyde zaten yaşam zordu. Çorak topraklar. İncir, badem, harup, zeytin dışında bir şey yetişmeyen bir bölge. Hayvancılık ve deniz. İnsanların çoğu mağaralarda yaşardı. Kalabalıklaşınca mağaraların önüne Barış Gücü’nün getirdiği çadırlar kurulmaya başlandı.  Sonra çamur ve samandan briket (kerpiç) evler yaptık, daha sonra da prefabrik. Ama savaş çıktığında, insanların çoğunun doğal mağaralarda yaşıyor olması, hayat kurtardı. Çok daha fazla şehit verilebilirdi.”

KUMANYAYLA YAŞAM… 5 BARDAK PİRİNÇ, BİR YAĞ

Bu şartlarda kumanyayla yaşadılar. BM Barış Gücü tarafından haftalık olarak getirilen kumanyayla. Ölçüyle. Her aileye 5 bardak pirinç, bir yağ. “Et ihtiyacımızı palaz besleyerek karşılardık. Bazen et gelirdi, mutlu olurduk” diyor. Örneğin yıllarca meyve yemediklerini anlattı. “Bir gün bir limonu 4 kişi meyve niyetine bölüştük, ne kadar mutlu olmuştuk” derken gözleri parlıyor. Meyvesizlikte bölgenin çorak yapısı ve imkânsızlıklar yanında, savaşla birlikte ağaçların kesilerek barınak, mevzi olarak kullanılmasının da payı olduğuna dikkat çekti.

ERKEKLER SADECE CEPHEDE, KADINLAR HER YERDE SAVAŞTI

Özgül Kızılbora, Erenköy mücadelesini anlatırken, özellikle kadınların katkısına vurgu yaptı. Hatta röportajı kabul etmesinin nedeni de bu. Her dönem ön cephede yer alan Kıbrıs Türk kadınının Erenköy destanının başkahramanı olduğuna dikkat çekmek. “Erkekler sadece cephede savaştı, ama kadın her yerde” diyerek…

“Savaşlar, mücadele sadece silahla kazanılmıyor. O mücadelede çok insanın, ama özellikle kadınların inanılmaz azmi, fedakârlığı var. Üstelik gönüllü. Erenköylü kadınlar bir yandan yüzlerce insana yoktan var ederek yemek pişirdi, fırınlara ekmek saldı, kovalarla su taşıdı, deniz suyundan çamaşır yıkadı; diğer yandan cephedekilere yardıma koştu. Kocası, babası, evlâdı cephedeydi çünkü… Bir günde 3 – 4 tepe koşup oğulları yaşıyor mu diye kontrol eden kadınlar vardı. Bir grup kadın ise silah eğitimi verilerek geri hizmetlerde görev aldı yıllarca.”

MAĞARADA 10 YIL TELSİZ OPERATÖRÜ

Özgül Kızılbora da, silah eğitimi alarak, Mücahide olarak telsiz operatörü ve santralci gibi geri hizmetlerde görev yapan kadınlar arasında yer aldı. Yaklaşık 10 yıl mağarada telsiz başında bölge ve ülke savunması için nöbet tuttu. Bu görevi nedeniyle efsanevi TMT Komutanı Rıza Vuruşkan’ın bir aracın bagajında gizlice bölgeden kaçışına da tanık oldu.

Yaklaşık 500 öğrencinin gelişiyle köy nüfusunun artmasıyla gönüllü olarak organize olan ve yemekten çamaşıra her tür ihtiyaca yetişmeye çalışan kadınlar arasında yer alan Özgül Kızılbora, öğrencilerin 1966’dan itibaren ayrılmaya başlamasıyla eğitimden geçirilerek telsiz operatörü olarak görevlendirildi. Yarısı telsizci, yarısı santralci 8 kadından biri oldu. Sten dâhil silah eğitimi aldılar ve geri hizmet olarak mağaralarda vatan savunmasına katıldılar. Köylü erkekler zaten eğitimliydi, kadınlar da eğitilerek öğrencilerin ayrılmasıyla bölgenin savunmasını devraldılar.

1966’dan 1976’ya kadar 10 yıl rutubetli mağaralarda nöbet tuttular. 1974 savaşını da bu şartlarda karşıladılar. “Ölümün yüzünü gördük birçok kez” derken, 1974’de bölgedeki komutanın masaya tabancasını bırakarak gitmesini örnek gösterdi. “Köy düşerse başımıza gelebilecekler konusunda uyarmak için ‘daha iyi kendinizi vurun’ diye bırakmıştı tabancayı ama biz sonradan anladık işin ciddiyetini” diyor. Oğlu Deniz’i de bu şartlarda, mağarada nöbet tutarken 1971’de doğurdu. Her tür imkânsızlığın içinde anne oldu.

“AKINCI” BABAYDI… KAÇIŞINA TANIK

1964 Erenköy savaşında gizli yollardan “Akıncı” kod adıyla bölgeye çıkan efsanevi TMT Komutanı Rıza Vuruşkan da hayatında önemli yere sahip. “Baba gibiydi, ondan çok şey öğrendik. Çok konuşmazdı ama çok otoriterdi, çok iyi bir askerdi. Okumamızı tavsiye ederdi. Onu çok sevdik, çok şey öğrendik” diyor.

Bölgeden gizlice kaçışına da görevi gereği tanıklık etti.

“Telsizci olduğum için kaçacağını biliyordum. Onu kaçıran sivil plakalı aracı izledim uzaktan, sanırım bagajda kaçmıştı. Çok üzülmüştüm, sanki öksüz kalmıştık.”

FİLMLERİ ARATMAYAN HAYATLAR

Sıcak savaş yıllarının sona ermesi ve üniversite öğrencilerinin 1966’dan itibaren geri dönmesiyle adanın geri kalanında olduğu gibi Erenköy’de de hayat kısmen normalleşti. Ama etrafı Rum köyleriyle çevrili Erenköy’ün yokluk şartlarında bir değişiklik olmadı. İzole hayat ve imkânsızlıklar sürdü. 1976’ya kadar ve köyden hiç çıkmadan.

Yokluk yılları, günümüzde özellikle genç nesil için film, roman gibi…

“O kadar imkânsızlık vardı ki, hiç bir şey atmazdık. Çocuklarımız için süt bile yoktu. Doğadaki her şey nimetti, besin ve yaşam kaynağıydı. Örneğin mersin yapraklarından çocuklarımıza pişikler için pudra yapardık. Kesilen hayvanın her şeyi bir işe yarardı: Boynuzundan bıçak, kıllarından yatak, derisinden darcık yapardık.”

Sürekli doktor da yoktu bölgede. Ağır hastalar Barış Gücü kanalıyla Lefkoşa’ya taşınırdı. Hasta olarak Lefkoşa’ya gelen nenesinin mezarlık sınırları dışına, “kimsesizler” bölümüne defnedilmesini ve 1976’dan sonra mezarı ararken çektikleri güçlükleri de boğazı düğümlenerek anlattı.

SUDAN ÇIKMIŞ BALIK… “HAYRET, TATİL VAR”

1974 savaşının ardından iki kesimlilikle birlikte Kuzey’e göç başladı. Adanın farklı bölgelerindeki Türkler Kuzey’de toplandı, Rumların boşalttıkları yerlere yerleştirildi. Erenköylüler ise ancak 1976’da Kuzey’e taşındılar/gelebildiler. Deniz endeksli yaşamlarını sürdürebilmeleri için Karpaz bölgesine, Yalusa’ya (Yeni Erenköy) yerleştirildiler. Önce Pendaya (Yeşilyurt) bölgesine yerleştirilmeleri düşünüldü ama olmadı! Ve Erenköylünün izole yaşamı da ancak 1976’dan sonra, göçle sona erdi.
“Köylülerimiz çoğunlukla, toplu olarak Yalusa’ya yerleşti. Ama biz karı/koca çalışıyorduk. Ben Kuzey’e geçtikten sonra telsiz operatörlüğü işime Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın Boğaz’daki karargâhında devam ettim. Eşim de Girne poliste görevlendirildi. Bu yüzden Karpaz bölgesine yerleşemedik.”

Birçok göçmen gibi ev bulmakta da sorun yaşadılar. Önce Girne’de Güçsüzler Yurdu’na yerleştirildiler. Sonra bir akrabalarının yanında kaldılar ve ardından bir askeri komutanın yardımıyla şu an yaşadıkları Dikmen’den ev sahibi oldular.

“Sudan çıkmış balık gibiydik. Çok da zorluk çektik yeni bir hayat kurana kadar ama kurduk, başardık. En büyük hayreti ise, 3 – 4 günlük bayram tatilleri olduğunu duyduğumuzda yaşadık!”

BU SEFER DE KANSER

Tam her şey yoluna girer gibi olurken 1990’lı yılların başında kanserle tanıştı. Önce tiroid, ardından meme ve rahim. Ameliyatlar, kemoterapiler, ışın…  Ve hâlâ devam eden tedavi/kontrol süreci. “Azrail dolaşıyor” diyor 3 ayrı kanser yaşamanın talihsizliğini ve çektiği acıları ifade etmek için…

“Savaşın, nemli mağaraların, yıllarca telsizlerden alınan radyasyonun etkisi var sanırım 3 ayrı kanser yaşamamda. Savaşın ardından, kanserde de ölümün yüzünü gördüm. Derin kuyulara inip çıktım. Çıkışımın en önemli sebebi, beni hayata bağlayan hobilerim oldu.”

BÜYÜKHAN DÜKKÂNDAN FAZLA

Kanserle mücadelenin de etkisiyle 2001’de askerdeki görevinden emekliye ayrıldı. Çocukluk günlerinden başlayan hobilerini, önce küçük bir dükkân açarak, ardından tarihi Büyükhan’daki ofisine geçerek ticaret olarak yaşatmaya başladı. Ticaretten fazla yaşam biçimi oldu el işleri. Kiminin süs eşyası olarak kullandığı su kuyusu, değirmen, çeşme, fırın, kerpiç ev, darcık, bıçaklar aslında Erenköy’deki hayatın simgesi. Ve karı/koca en büyük tutkuları deniz kabukları. Hâlâ gezip topluyorlar beyazını, siyahını, kahverengisini. Hangi sahilde, hangi tip, hangi renk deniz kabuğu var; onların uzmanlık alanları. Dükkân/atölye/ofisten çok terapi olmuş onlara.

(TAK/ 7 Ağustos 2011)

Bir Cevap Yazın