Tüketiyoruz, tükeniyoruz…

Meslek hayatımda önemli yer tutan, yaklaşık 15 yıl her gün bir kaç kez demeçlerini, röportajlarını, kabullerini kaleme aldığım eski Cumhurbaşkanı, rahmetlik Rauf R. Denktaş, “Tekrar en iyi eğitimdir” derdi. Özellikle sürekli tekrarları karşısında sıkılan gazetecilere, “Her gün tekrarlıyorum da anlatamadım bu davayı, ya konuşmasam…” diye nükteli karşılık vermekten de kaçınmazdı geleneksel üslubuyla.

Sürekli tekrar iyi eğitim mi, farkında olmadan koşullanma mı, tartışılır; ama gerçek veya değil, gerçek algısı yarattığı ortada. Farkında olarak veya olmayarak. Ve çoğu zaman bilgi vermekten daha meşakkatli oluyor algıyı yönetmek. KKTC bu konuda sonsuz örnekle dolu.

Son yılların yükselen değeri; her şeyi, herkesi, her kurumu “itibarsızlaştırma” da, algılarla sürekli beslenen bir durum haline geldi. Bazen farkında olarak, çoğu zaman farkında olmadan. Meclis’ten hükümete, siyasi partilerden milletvekillerine, Kıbrıs konusundan elektriğe  her konuda “dövme” ve “aşağılama” halleri doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ayırt edilmesine de engel olmaya başladı.  “Bunlar ne anlar, ne bilir” söylemleri arasında örneğin elektrik konusunun anlatılacağı ortam/mekân da kendiliğinden yok olmaktadır çünkü.

Türkiye’nin egemenliğini dayatmasına şiddetli tepki verirken veya Kıbrıslı Rumlarla eşitlik temelinde yönetim iradesi talep ederken, aynı insanların Meclis’i, siyasi partileri, hükümeti, tüm kurum ve değerleri her vesileyle “itibarsızlaştırması”  yükselen değer oldu mesela. Birilerini yok sayarken, aslında kendimizi yok saydığımızı farkında olmadan.

Her gün televizyon ekranlarında, özellikle basın özetlerinin sunulduğu sabah saatlerinde “burası kakaTC” diyerek sürekli tekrar yapan sunucu ve gazeteciler de fark etmeden aynı algıyı yaratıyorlar. Özet olarak sundukları gazetelerde yazılanlarla karışan yorumları arasında “burası kakaTC” ile kısa yoldan eleştiri yapılırken, “algılar” besleniyor.

Gazete manşetlerinin yorumlarla anlaşılmaz kılınması bir yana, aslında çoğunlukla fark etmeden kendi kendimizi tüketiyoruz. Eleştirdiklerimizin yerine hiçbir şey koymadan, hatta yerine konanları da eleştirerek “yok edici” rollere bürünüyoruz. Hatay’dan gelen işçiyi “istenmeyen” ilan ediyoruz, gidince “işçimiz kalmadı” diyoruz mesela… Veya Türkiye’den elektrik getirilmesine karşı çıkarken, Elektrik Kurumu’nun yaşaması için kılımızı kıpırdatmıyoruz… Meclis’i tepe tepe eleştirirken acaba askeri yönetim mi talep ediyoruz! Telefonda özelleştirmeye karşı çıkıyoruz ama Telefon Dairesi’nin iyi hizmet vermesi için, çalışanları dahil elimizi kaldırmıyoruz… Çevre kirliliğinden şikâyet ederken, bira şişesini yola atmaktan kaçınmıyoruz vs.

Aynı kültürün parçası yöneticiler/hükümetler de bu algılar arasında rotasız gemi gibi savrulurken, toplum her geçen gün tüm değerleri ve kurumlarıyla çöküşe doğru gidiyor. Sadece devlet daireleri değil, polis teşkilatından okullara, esnaftan iş çevrelerine kadar her alanda gözle görülür hale gelen “toplumsal çöküş”, nedensiz “moralsizliği” de besliyor. Her tür konfora sahip olmasına karşın her şeyden şikâyetçi bireyler haline geliyoruz. “İyiyim” diyene de deli gözüyle bakıyoruz! Hedefsizlik ve amaçsızlık “çıldırmış” insan/toplum görüntülerine neden oluyor. Ve bu hallerle sığındığımız sosyal medya, göstermek için eğlenme, suni yaşamlar da maske olamıyor artık.

Yerine daha iyisini koymadan, koymak için de gayret etmeden her şeyi tüketen insanoğlu, kendini tüketiyor aslında. Ve yaşam pratiği “insanlar ancak çok büyük kayıplarla değişime uğrar” sözünü haklı çıkarıyor galiba…  

 

(Havadis/23 Ekim 2018)

Bir Cevap Yazın