Malta, Akdeniz’in ortasında yaklaşık 300 kilometrekarelik küçücük bir ada. KKTC’nin onda biri kadar. Ama boyutundan büyük işler yapmış. Neredeyse 8 bin yıllık tarihi birikimini gururla, özenle korumuş, kendiyle gurur duyan bir toplum. Eskiyi koruyarak, “doğa ile oynama” diyerek cazibe merkezi olmuş. Üstelik gökdelenlerden, betondan, dev binalardan, modern eğlence yerlerinden, kumarhanelerden vazgeçmeden. Ama ikisini ustaca ayırarak. Neredeyse ikiye bölmüş küçücük coğrafyayı. Bir yanı otantik, özgün, yerel, tarih kokulu; diğer yanı sanayi tesisleri, dev binalar…
Seyahat önceliklerim arasında değildi Malta aslında, ama şubatta Mısır gezisiyle tanıştığım APEX tur hade deyince, geri duramadım. Gezgin ruhum ağır bastı yine. Nasılsa kısa bir geziydi, 5 günlük.
Bölgede yağışlı havanın hâkim olduğu, daha doğrusu bir günde 3 mevsimin yaşandığı günlerde, geçtiğimiz hafta sonu gittik Malta’ya. Larnaka’dan yaklaşık 2 saat yolculukla. Emirates Hava Yolları’nın Dubai bağlantılı dev uçağıyla.
İlk intiba, sanki biz gibi. Yollar, evler, sıcakkanlı insanlar, su birikintileri, çukurlar, bitki örtüsü; neredeyse birçok şeyde yabancılık yok. Fiyatlar da yakın. Dahası, trafik bizim gibi soldan. Araçlar sağ direksiyon. İngiliz Sömürge döneminden kalma bir uygulama oralarda da.
Fenikelilerden Romalılara, Bizans’tan Araplara, Fransızlardan İngilizlere kadar birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış Malta. Maltaca dili de bu izleri taşıyor. Arapçayı çağrıştıran bir dil. İngilizce, Arapça, İtalyanca karışımı. Ama nüfusun çoğunluğu İngilizce biliyor. Neredeyse resmi dil gibi İngilizce. Hatta söylenene göre, Malta dili zor olduğu için resmi yazışmalar İngilizce yapılıyor.
‘Her şey sıradan, biz gibi’ algımız, başkent Valetta’ya ulaşınca değişmeye başlıyor. Eskiyle, özgünle burada tanışıyoruz ilk. Eskiyi, eski olarak bırakmışlar. Yollar taş zemin. Neredeyse tüm binalar sarı taş. Yerel bir taş bu. Binalar restore edilirken, inşaat yapılırken ön yüzde bu taşın kullanılması zorunlu. Böylece kentte eski, otantik, özgün, bütünsel hava yaratılmış.
Başkent adını şövalyelerden alıyor. Şövalye diyarı zaten Malta. Sembol, hatta gurur kaynağı. Osmanlı’ya 1500’lü yıllarda dur diyen şövalyeler, konakları, saraylarıyla yaşıyor hâlâ. Bu binalar şimdilerde parlamento binası, başbakanlık vs. Şövalyeler, kılıçlar, hediyelikler, bardaklar, masalar, resimler, heykeller, duvar resimleriyle her yerde yaşıyor.
En büyük bayramları da, şövalyelerin Osmanlı’ya geçit vermedikleri tarih. 1964’te İngiliz sömürgesi olmaktan çıkıp bağımsızlıklarını kazandılar ama bu tarihten fazla, Osmanlı’ya direniş gurur kaynakları. En önemli bayramları.
Valetta ve Malta’nın geneli, 400’e yakın manastırıyla da ünlü. Bir yazıda ifade edildiği gibi, Maltalı her gün manastıra gitse, bir yılda farklı yere gidecek kadar manastır var.
Adanın her tarafı surlarla çevrili. Deniz savaşlarından kalma, korunma amaçlı surlar, toplar her yerde.
Sessiz şehir olarak anılan, uzun yıllar sadece yaya olarak girilen, şimdilerde ise sadece bölgede çalışan ve yaşayanların araçla girebildiği Mdina ise, büyülü bir bölge. Şiddetli yağış nedeniyle kısa bir tur yapabildiğimiz bu bölge, sessizliğiyle ünlü. Daracık yolları, taş binalarıyla her yıl ortalama 2.5 milyon turistin çekim alanlarından.
Volkanik mağaralarıyla, deniz sporlarıyla da ünlü Malta. Küçük sandallarla mağaralar arasında kısa bir gezintiye katıldık. Mağaraların özelliği nedeniyle yeşilden maviye, gökkuşağı renklerinin hâkim olduğu doğayı denizden gözlemledik.
Gezimizin bir durağı da Gozo adası. Malta Cumhuriyeti’nin ikinci büyük adası. Bir diğeri de yerleşim olmayan, deniz sporları için kullanılan minik bir ada, Comino.
Gozo’ya ana karadan kısa bir feribot yolculuğuyla gittik. Küçük, 67 km2 bir adacık. Yerleşim olan bir yer, hatta başkenti de var, Victoria. Aslında Rabat adı, ama İngiltere Kraliçesi şerefine Victoria olmuş. Doğanın verdiği avantajlar iyi kullanılmış bu minik adada, her şey korunmuş. Volkanik kayalar dünyaca ünlü. Game of Thrones, Truva, Gladyatör gibi ünlü filmlerin bazı sahneleri burada çekilmiş. Aynı zamanda dalış yerleri buralar. Turist grupları sırf bu maçla da geliyor. Bölgenin dikkat çeken tabelası ise, “doğa ile oynama”. Oynamayarak, koruyarak dünya miras listelerine girmenin avantajını yaşıyorlar zaten.
Doğayı ve doğalı koruma, elindekini avantaja dönüştürme konusunda ünlü olan Malta’nın ilginç turistik duraklarından biri de, Temel Reis Köyü. Popeye Village. Robin Williams’ın başrollerini oynadığı Popeye müzikali için kurulan bir sahne aslında burası. 1980’de kurulmuş. Film bitince de kalmış. Ve burayı turizmin hizmetine vermişler. Ağırlıkla çocuklar için masal diyarı. Ama sanki çocuklar kadar büyüklerin de eğlendiği bir yer!
Her yer taş bina, en fazla 4 kat. Bu ülkede sanayi, büyük otel, gökdelen yok mu diye merak ettik; meğer varmış, farklı bir bölgede. Sanki çizgiyle ayrılmış gibi. Dev binalar, oteller, işyerleri, eğlence merkezleri, lüks markalar hepsi aynı bölgede. Peaceville. Burası aynı zamanda gece hayatının yoğun olduğu bölge.
Tek üniversitesi bulunan Malta, dil okulları ile ünlü. İngilizce dil eğitimi çok yaygın. Kıbrıslıların da tercih ettiği bir bölge. Ayrıca, sanal bet çok yaygın, hatta turizmden önce ekonominin dayandığı alanlardan. Vergi avantajlarıyla sanal bet şirketleri teşvik ediliyor. Burada çalışan Kıbrıslı Türk gençler de Türk oyunculara hizmet veriyor. Çünkü Türkler, sanal bet oynayanlar arasında ilk 4 sırada yer alıyor.
Babutsadan zeytine, çiçek türlerinden maki bitki örtüsüne kadar benzerlik çok Malta’nın Kıbrıs’la. Ama daha ilginci veya moral veren tarafı, rahatlık konusundaki benzerlik. Yaşamını orada sürdüren bir Türk rehberin ifadesiyle, “Malta’da paranızla bile iş yaptırmazsınız”.
Bu benzerliklere keşke doğalı koruma, “doğal ile oynama” vizyonu da eklenseydi… Çünkü doğanın sunduğu imkânlar bakımından eksik yok, hatta fazlası var.
Çok çok güzel karısın da böyle güzelliği var onları restore yaparsak ki başladık daha çok turist çekebiliriz