Kara yoluyla onlarca kenti kapsayan tura katılan arkadaşım, “hepsi birbirine karıştı, nereleri gördüğümü sorsan anlatamam, fotoğrafları bile ayırt edemiyorum” dediğinde tuhaf karşılamıştım. Ne demek istediğini kendim deneyimleyince anladım. Karışabiliyormuş. Çünkü farklı kentler, farklı ülkeler, farklı bayraklar olsa da ortaklık, benzerlik, aynılık çok. Özellikle Balkan coğrafyasında. Asırlar boyu farklı uygarlıklar altında bir arada yaşamış, birbirinden etkilenmiş, bağımsızlıklarını kazanmış, şiddetli savaş, soykırım ve katliamlara rağmen bir arada yaşamayı öğrenmiş muhteşem coğrafya. Maviyle yeşilin toprağı örttüğü, her karesi doğa harikası bir cennet. Kimi dağlık, kimi vadi, kimi düz ova ama tümü yemyeşil. Her kentin içinden nehir geçiyor. Yeşilin ve mavinin her tonu burada. Baştan aşağıya suyla kaplı; deniz, göl, nehir, çağlayan. Ve bu coğrafyayı 9 günde, çoğunlukla yollarda geçirerek keşfetmeye çalışınca resimler karışıyor tabii ki. Allahtan notlar almışım ve konum servisi, tümünü olmasa da kaydetmiş fotoğrafların çekim yerlerini. Yoksa ben de arkadaşım gibi, nereleri gördüğümü anlatmak için haritaya bakmak zorunda kalırdım.
Kafamıza göre, kendi organizasyonumuzla gezilere alışkın olduğumuz için Balkan turuna katılma kararını tereddütlü aldık. Süre uzun, hep karayolu, her gece farklı otel. Dahası, bu uzun seyahati hiç bilmediğimiz 40 kişilik grupla yapacağız. Ne olur, nasıl olur sorularına rağmen ‘bizim olduğumuz yerde aksilik olmaz’ tesellisiyle yola çıktık. Ve galiba umduğumuzdan iyisini bulduk. Ufak tefek sıkıntılar dışında 9 gün otobüsle 3 bin kilometreden fazla muhteşem bir ekiple yol kat ettik. Her gece bir otelde kaldık, her gün yeni bir kente uyandık, bu koca coğrafya yanında onlarca yol arkadaşıyla tanıştık. Geleneksel insan kaynaklı rötarları hemen hemen hiç yaşamadık. Hiç mi aksilik olmadı; oldu tabii ki. Gümrük kapılarında 5, hatta 6 saat beklediğimiz de oldu. Kimi yoğunluktan, kimi hantallıktan. Belki bayram tatiline denk gelmemizin, Türkiyeli turistlerin neredeyse bölgeye taşınmasının da etkisiyle gümrük kapıları zaman zaman işkence boyutunu aldı. Ve bu kapıların çoğunda 10, 20, 50 Euro gibi rakamlarda rüşvetin yaygın olması da bu turizm cennetinin bir ayıbı olarak hafızamda yer etti. (Unutana kadar bir süre Metehan’daki kuyruklardan şikayet etmeme kararı aldım!)
Yolculuğumuz bir gece yarısı Ercan-İstanbul uçuşuyla başladı. İstanbul’dan muhteşem bir şoför/kaptan ve bölgeyi çok iyi bilen, dillerine de hâkim Bulgaristan Türklerinden rehberimiz eşliğinde otobüsle yola çıktık. Hedef, Türkiye hariç 8 ülke, 20 kent.
İpsala sınır kapısından geçmek kolay olmadı. Saatlerce bekledikten sonra Batı Trakya bölgesinden geçerek ilk durağımız Yunanistan’ın Kavala ve Selanik şehirleri oldu. Mutfak kültürüyle ünlü, kıyı şeridinde, yamaçlarda kurulu Kavala. Ve üniversiteler kenti Selanik. Aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün eviyle bilinen kent. İki kenti de zaman yettiğince turladık. Kavala’da Kıbrıs’la da bağlantılı Mehmet Ali Paşa’nın külliyesi, su kemerleri, taştan eski sokaklar kentin havasını solumamızı sağladı. Kordon, beyaz kule, döner kule, Osmanlı ve Bizans eserleriyle kaplı Selanik de, tipik Yunan mimarisinin örneği. Binalar hantal, sokaklarda yeni araç neredeyse yok ama capcanlı bir kent, üniversite kenti olmasının etkisiyle genç nüfus fazla.
İlk gece Selanik’teki otelimizde uyuduk, sabah erkenden yola devam. Bu kez güzergâh Makedonya. Yine sınırdan geçiş. İlk durak Üsküp. Şehir turunda eski yapılar, taş köprüler, tarihi binalardan fazla ilgi çeken, her tarafın heykellerle dolu olması. Nedendir bilinmez, adım başı bir heykel. Herkesin, her şeyin heykelini yapmışlar. Bir yazıda okumuştum da tuhaf gelmişti ama doğru galiba; nüfusun yüzde 40’ı Hristiyan, yüzde 50’si Müslüman, yüzde 10’u heykel…
Hemen hemen herkesin Türkçe konuştuğu, Türk turistlerin çok rağbet ettiği Üsküp, sanki bir Türkiye kasabası gibi.
Gece bu kentte konakladık, sabah yola devam. Bu kez güzergâh Makedonya’nın diğer kentlerinden Tetova, Struga ve Ohrid. Tümü aynı gün olacak, gece Ohrid’te konaklama. Üsküp benzeri kentler diye beklerken, cennete düştük. Bölgenin yıldızı Ohrid. Nüfusunun çoğunluğu Hristiyan olan, tarihi kent. Koruma altında. Muhteşem güzelliğinin korunmasının nedeni belki UNESCO korumasında olması. Büyük otellerin, korna çalmanın yasak olduğu bir cennet. Doğa, göl, nehirler, çağlayanlar çok müsait ama büyük oteller yerine pansiyonculuğu tercih etmişler. Herkes turizmci. Zaten deniz derya insan, turist kaynıyor sokaklar. Huzur yeri, dingin. Kentle aynı adı taşıyan göl, denizden beter, efsane. Temizlikten dibi görünen bu gölde tekne turuyla kenti görme imkânı bulduk. Detaylı bir şekilde ziyaret edilecekler listemize ilk girenlerden. Hatta bazı grup üyeleri emlâk fiyatlarını bile araştırdılar, yaşanacak yer nasıl olsa. Ve Balkanlar’ın geneli gibi pahalı olmayan bir kent. Üstelik incileriyle ünlü.
Eşsiz güzellikte desem abartı olmayacak bu bölgenin bonusları da var. Matka Kanyonu ve Ohrid gölünün doğduğu yer olan St Naum.
Matka kanyonu 5 bin hektarlık bir alan. Yaklaşık 15 kilometrelik yürüyüş yolu var. Kanyonda halen aktif manastırlar var. Bölgenin incisi, nefes kesen bir ortam.
St. Naum da Hristiyan dünyasının ilgi odağı görkemli bir manastır. Oteli de var. Bu bölgedeki gölde tekne turu gezinin unutulmazlarındandı.
Gece Ohrid’te konakladık, üstelik Makedonların eğlencesine katıldık. Sabah erkenden yine yol var. Bu kez güzergâh, Arnavutluk. Tiran ve Iskodra kentleri. Tarihi, gösterişli binalarıyla ünlü bu kentlerde kısa turlar yaptık. Bölgenin geneli gibi bu kentler de tarih kokulu. Camileri dikkat çekici, farklı. Gösteriş düşkünlükleriyle ünlü Arnavutlar, belki onun etkisi. Ve bir de trafikte kuralsızlıklarıyla…
Arnavutluk’u biraz pas geçtik, kısa turlar yaptık, gece konaklama Karadağ’da. Başkent Podgorica’da. Sabah bu kentte uyandık ve erkenden yollara düştük. Bölgenin en küçüğü ama en dikkat çekici ülkelerinden Karadağ’ı keşfe çıkacağız. İlk durağımız ünlü St. Stefan adası. Zamanında balıkçıların yerleşim alanı olan bu ada Singapurlu bir milyardere satılınca jet sosyetenin tatil yeri olmuş. Tepeden baktık tabii ki adaya, giriş mümkün değil veya servet değerinde. Ve yola devam. Adriyatik sahillerindeyiz artık, olağanüstü manzaralı yollar. Hani bitmesin denilen tipten. Veya ‘keşke yataklı, lüks tren olsaydı böyle ağır ağır giden’ denilebilecek bir güzergâh.
Karadağ’da, körfez içinde bir başka durak Kotor. Eski şehri gezdik, taş binalar arasında, daracık yollarda. Ama Karadağ, koruma altına alınan eski yapılar, bölgeler yanında kitlesel turizmi tercih etmiş bölgelerden. Dev binalar, oteller her yerde.
Ve yola devam. Bu kez hedef Hırvatistan. Karadağ-Hırvatistan yolu rüya gibi. Hırvatistan bölgenin zengini, en kalabalık ve en pahalı olanı. Dubrovnik, bu ülkede ilk durak. Sadece Balkan değil, İtalyan-Akdeniz kültürünün de hâkim olduğu bölge. Kule ve surlarıyla, eski kentiyle, cruise gemilerle dolu limanıyla görkemli bir kent. Game of Thrones gibi filmlere sahne olan bir kent. Mutlaka ziyaret edilmesi gerekenler listesine girenlerden.
Ertesi gün güzergâh Bosna Hersek. İlk durak, Mostar. Ünlü tarihi kent ve köprü. Yüzlerce yıl ayakta kaldıktan sonra 1990’lardaki savaşta yerle bir olan, 2000’li yıllarda Türkiye’nin de desteğiyle orijinal malzeme ve döneminin inşa teknolojisiyle yeniden yapılan, UNESCO Dünya Mirası listesindeki Mostar köprüsünün üstünden geçtik. Köprü üstünden atlayarak şov yapanları izledik, çarşısını gezdik ve Saray Bosna’ya gittik.
Cami, kilise ve sinagogların aynı çemberde yer aldığı bu kent, farklı etnik topluluklarla harmanlanmış coğrafyanın tanığı. Kısa bir şehir turunun ardından gece küçük ama muhteşem bir otelde konakladık. Kırsal bir alanda. Kuş sesleriyle uyandık, dahası yürüme mesafesinde dağ eteklerindek bir şelaleyi gezdik.
Aynı gün yola devam, yine gümrük ve bu kez güzergâh Sırbistan’ın başkenti Belgrad. Belki bölgede en zorlandığımız yolculuk. Kent merkezine ulaşım hem yoğunluktan, hem kazalardan saatler sürdü. Sanki İstanbul trafiği gibi.
Belgrad çok canlı bir kent, sokakları, eğlence yerleri insan dolu. Dubai modeli gökdelenler de çok. Burada şehir turu yanında, Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği bölgede tekne turu imkânı bulduk.
Belgrad’ta gece yemek ve uykudan oluşan otel molasının ardından sabah erken saatlerde, bölgedeki son durak için yine otobüsteyiz. Son durak Bulgaristan’ın başkenti Sofya. İki ülke arasındaki sınırı geçişimiz yaklaşık 6 saat sürdü. Yoğunluk çoktu, kilometrelerce kuyruk vardı evet ama en önemlisi hantallık. Bulgaristan sınır kapısında her biri 40-45 yolcu taşıyan onlarca otobüse tek bir memurla işlem yapılmasının başka açıklaması yok sanırım.
Ve dönüş… Çok rahat bir geçişle Bulgaristan’dan Edirne, orada muhteşem bir Edirne ciğeri ve İstanbul havaalanı. Yine gece yarısı uçuşuyla adaya varış. Tam 9 gün, Türkiye hariç 8 ülke, uçak yolculuğu hariç 3 bin kilometreden fazla yol.
Bu çok güzel ve çok yorucu yolculuğu tek cümleyle özetle deseler; cennete düştüm ve doyamadım derim sanırım. Doyamadım derken aynı yolculuğu tekrar yapar mıyım, sanmam. Aynı güzergâhta yataklı tren olsa belki, hatta mutlaka. Ama işaret koyduğum, mutlaka ziyaret etmek istediğim kentleri, ülkeleri listeledim.
Genel olarak söylenecek olursa; doğa hiçbir şeyi esirgememiş. Su bolluğu, toprağı göremeyecek kadar yeşil, muhteşem bir coğrafya. Sadece turistik değil, çoğunlukla tarım bölgesi. Ne arasan var. Bağdan ayçiçek tarlalarına, elmadan kiraza, pirinç üretiminin yapıldığı çeltik tarlalarından yöresel lezzetlere, zeytinden harupa, ada çayından girdama’ya, deniz ürünlerinden yerel içkilere; yok yok buralarda. Ülkeye, bölgeye göre değişkenlik var tabii ki.
Gerek gezi süresince, gerek döndükten sonra çok soruyla karşılaşınca Balkan gezilerine, bu tür turlara ilginin çok fazla olduğunu fark ettim. O sorulardan hareketle bu turlar için birkaç küçük öneri…
-Ben genellikle sırt çantasıyla ve geziler için hazırlanmış pratik kıyafetlerle seyahat ederim. Bu gezide sırt çantasıyla seyahat mümkün değildi ama yine de az eşya aldık. İki kişi 15 kiloluk tek bavulla ve günlük ihtiyaçlarımız ile atıştırmalıklarımızın yer aldığı birer sırt çantasıyla yola çıktık. O bavula her ikimiz için sadece temel ihtiyaçları koyduk ve rahat ettik. Çünkü her gün o bavul inecek, her sabah taşınacak. Bavulu açma, yerleşme gibi bir imkân yok. Az ve hafif eşya, rahat ve daha keyifli seyahat demektir.
-Sürekli hareket ve sürekli bavul taşıma gerektiğinden, yük oluşturacak alışverişleri son güne bırakmakta fayda var.
-Balkan ülkeleri Avrupa ülkelerine benzemez. Ne zaman neyle karşılaşacağınız belirsiz. Beklentileri çok yüksek tutmamak rahat ettirir.
-Her ülke kendi para birimi konusunda tutucu. Euro kullanılıyor ama kullanamadığınız yerler de az değl. Örneğin Belgrad’da bir kahve içmek için 3 ayrı mekân gezdik, sonuçta Euro kabul eden bir cafe bulduk, ama o da para üstünü Euro değil Dinar olarak verdi. Çok mu önemli, o bir-iki dinarı ufak bir alışverişle harcarsınız ama bilmekte fayda var. Mümkün olduğunca bozuk para, küçük banknotlar taşımak hayatı kolaylaştırır.
-Bölgede kredi kartı kullanımı sınırlı. Hem kültür olarak gelişmemiş, hem sanırım vergi kaçırma yöntemi.
-Hava bizim orda bulunduğumuz dönemde (23 Haziran-3 Temmuz) genellikle sıcaktı. Kavrulduğumuz zamanlar oldu. Ama sabah ve gece soğuğu serinin ötesinde. Ve ani, güçlü yağmurlar da sürekli mümkün. Buralarda ‘Balkanlar üzerinden gelen soğuk ve yağışlı hava…’ diye başlayan hava raporları boşuna değilmiş. Bizim ihtiyaç olmadı ama sırt çantasında yağmurluk taşımakta fayda var.
-Bölge genelde ucuz. Özellikle Makedonya ve Bosna. Zaten Türkiyeli turistin bölgeye akın etmesinin en önemli sebebi de ucuzluğu. ‘Karadeniz bölgesinde yaşayan biri için Karadeniz turu, Balkan turundan pahalı’ diye özetledi yolda tanıştığımız Türkiyeli bir turist.
-Dilenci, özellikle bazı bölgelerde çok fazla. Ve tehlikeli dilenciler. ‘Kolunuzda asılı çantayı alırlar, ruhunuz sezmez’ dedi bir Bosnalı örneğin. Zaten Bosna’da kent girişinde belediyenin uyarı levhası bile var.
-Şaraptan rakıya yerel içkileri çok. Ne içeceğinize karar veremezseniz ‘rakiya’ tercih edin. Hem yerel, hem zivaniya tadında.
-Her bölgede et, tavuk, köfte ana yemekler. Et ve tavuk yemekten gına gelebilir. Patates de var yemekler yanında, ama alışık olduğumuz tatta değil patates veya pişirme yöntemi bizden çok farklı.
-Paket kullanmama karşın anormal faturayla karşılaşmamak için Türkiye’yi çıkar çıkmaz mobil telefonumu uçak moduna aldım. Sürekli mola olduğu için WF ile internet imkânı buldum. Gerek duraklarda, gerek otellerde, gerekse cafe ve restoranlarda herhangi bir yerde WF olmayana rastlamadım.
-Bu tür yoğun ve kalabalık turlarda gittiğiniz yerin, kentin, ülkenin uzmanı olamazsınız. Ufak bir dokunuş, kuşbakışı tanıma ve tekrar gidecek yerler listesi oluşturursunuz. O nedenle şu kentte az kaldık, gezemedik, alışveriş yapamadık diyerek keyif kaçırmanın anlamı yok.
Bir not daha…
Dilde benzerliklerimiz var, lehçede. İlginç kelimeler. Büyük otobüslere ‘bus’, minibüslere ‘buscık’ derler meselâ bazı bölgelerde…. ‘Saat 4’e 10 var’ deriz ya, bir Balkan kökenliden ‘4 ister 10’ diye duyarsınız aynı saati… Yolda giderken arkadan gelen için ‘yol açalım, yol verelim’ deriz biz, oralarda ‘yol yapalım’.
Balkanlar, Müslüman, Hristiyan, Sırp, Hırvat, Boşnak; her tür etnik kökenden insanın bir arada olduğu bir coğrafya. Asırlarca bir arada yaşadılar, daha yakın tarihte birbirlerinin boğazına sarıldılar. Doğaya, tarihe, tarihi dokuya, kütüphanelere zarar verdiler. Yüz bin civarında insan öldü, milyonlar yerinden oldu. Katliamların, kıyımların, soykırımların izlerini her yerde görmek mümkün. Her taraf mezarlık dolu. Arnavutlar, hangi ülkede olursa olsun kendi bayraklarını çekiyorlar mesela hâlâ. Veya Sırbistan girişinde ‘Kosova Sırbistan’dır’ diye pankartla karşılaşırsınız… Ama sanki artık bu coğrafya elindeki nimetin farkına varmış gibi. Vizyon oluştu, yüzünü dünyaya döndü bu coğrafya… Bir arkadaşın ifadesiyle; hayıf bize…
Bu kadar güzel mi anlatılır bir gezi bir kere daha gitmiş oldum tebrıkler yolun açık olsun güzel insan
Çok teşekkürler… İsim de yazsanız keşke!