Çoğul yapıp efsaneler desem daha doğru aslında. Çünkü onu, babamı efsane yapan neslinin özellikleri galiba. Annem de efsaneydi mesela; onu kaybedeli 11 yıl oldu ama çok sözü, çok tavrı, söyledikleri, nasihatleri, insanlarla ilgili teşhisleri hâlâ dilimizde. Hatta galiba zamanla, biz büyüdükçe daha da etkili.
Annem ailede, her şeyde o kadar baskındı ki, onu kaybettiğimizde çekirdek ailenin çatısı gitmiş hissi yaşamıştım. Tamam babam hayattaydı ama gölgedeydi sanki. Aynı merkezi oluşturur mu, emin olamamıştım. Nitekim bir süre bocaladık, ama garip bir şekilde kendiliğinden toparlayıcı oldu. Bişey yapmasına da gerek kalmadı. O kadar iyi, o kadar hoşgörülü, naif, sessiz, kucaklayıcı oldu ki biz kocaman evlâtlar, bizim çocuklar, çocukların çocukları o çatı altında hep bir arada kaldı.
Annem gibi babam da Aynikola/Baf’ın verimli topraklarında doğdu. 1931 doğumlu, yaşadığı sürece kabul etmedi annem ama ondan bir yaş küçük. Bağı/bahçesiyle ünlü topraklarda doğmanın, sonradan devlet memuru olmanın avantajıyla yoksulluk yaşamadılar ama yine de zor zamanlar. Çocuk yaşlarda köyünden/ailesinden uzakta yatılı okudu, Orman Koleji’nde. Ardından da orman memuru oldu. İngiliz Sömürge yılları. Kuralların, disiplinin olduğu zamanlar. Sürekli becayiş zorunlu. Ulaşım imkânlarının olmadığı 1950’li yıllardan itibaren diyar diyar gezdi, adanın bir ucundan diğerine göreve gitti. Bisikletle, motosikletle, yürüyerek, otobüsle. Aynikola’dan Kantara’ya göreve gitmek, aylarca eve dönmeden görev yapmak bugünkü şartlarda bile zor. Yeşilköy’de, Platres bölgesinde, Trodos köylerinde görev yaptı. 94 yıllık yaşamında insan zengini olmasını hep bu becayişle görev yaptığı yerlere bağladı.



Bir dilim ekmeği paylaştığı; görev yaptığı bölgelerde ona kapısını açan, destek veren insanlarla sıcak ilişkileri bize de yansıdı. Mesela Kantara’da görev yaparken ona kucak açan Ovgoroz (Ergazi) köylüleri, ana-baba dediği insanlar 1974 savaşının ardından kuzeye geçişimizle birlikte bizim de hayatımızın odak noktasına oturdu.
Her yerde, her konumda, her pozisyonda ahbapları oldu hep. Karpaz’dan dönerken ‘gir bu köye bakalım’ demesiyle, hiç bilmediğimiz köye daldığımız çok oldu örneğin. Eliyle koymuş gibi bulduğu kapıyı çalar, 50 yıl görüşmediği ahbabıyla kucaklaşırdı. Sadece kuzeyde değil, güneyde de. Platres yolunda ‘dur bakalım bizim Andrea yaşar mı’ dedi, ayıp olur falan demeye çalıştık ama yok, utana sıkıla durduk. 1950’den beri görüşmediği Andrea ile kucaklaşması hâlâ gözlerimin önünde.


Becayişle görev yaptığı bu yıllarda, 20’li yaşlarda evlendiler. Köyün güzellerinden ve varlıklılarındandı annem. Zaman zaman beraber gittiler becayiş yerlerine, hatta 3 çocukla motorda seyahat ettiklerini anlatırlardı zaman zaman. Ama çocuk sayısının 5’e çıkmasıyla buna imkân kalmadı. Annem köyde nenem ile birlikte çocuk büyütüp bağları, bahçeleri idare etti, babam diyar diyar gezdi. Savaşın ardından son görev yeri Alevkayası’ndan emekli olana kadar 40 yıla yakın çalıştı. Her ağacı, her bitkiyi, nergisi, gapparı, ayrelliyi, doğayı hep çok iyi tanıdı. Kırmızı mantar nerde, nasıl bulunurun uzmanıydı. Yılanlardan korktu hep, çalı aralarında mantar ararken ille de ucu kalın sopa kullandı.
Gene neslin veya yetiştikleri bölgenin özelliği galiba; yeme, içme hayatlarının odağında oldu hep. O mangal hep yanacaktı. Gece 11’de şöminede ‘incecik’ kebap yaptığı çok oldu. Hep da incecik. İçkisi de incecik. Bir bardak viskiyi bir gecede bitirirdi. Zaten bütün hayatı, alışkanlıkları incecikti. Dolu tabaktan hoşlanmazdı, hep çok az yedi. Yemek yerken ille de bıçak kullandı, ağzına büyük lokma gitmedi hiç. En sevdiği Kıbrıs köftesini bile 2 taneden fazla yediğini ender gördük. Belki bu yüzden, 94 yıllık ömründe hiç kronik hastalığı, kronik ilacı olmadı. Sürekli doktoru bile yoktu. Hayatında incecik olmayan tek şey, sigaraydı. Günde bir, hatta dönem dönem iki paket sigara içti.
Cenaze günü babamı tanımayan bir arkadaşım ‘7’den 77’ye bu kadar insan nasıl ahbabı olabilir’ diye sordu. Ben de düşündüm, ama fazla şeye gerek yok aslında. Hayatımda onun kadar naif, sessiz, konuşmaktan çok dinleyen, canı sıkılsa bile ses çıkarmayan, ketum, kimseyi kimseye çekiştirmeyen, muhabbeti güzel, yemesi/içmesi tatlı kaç insan tanıdım, bilmiyorum.
Arada parlamaları da vardı tabii ki; mesela restoranda yemek yerken garsona ‘sallanma’ diyebilirdi. (Garson da genellikle ne demek istediğini anlamazdı) Hatta ‘sallanma’ benim çekirdek ailede baba mirası olarak günlük literatüre bile girdi.
Ya da bahçemize ağaç ekerken badem de ekmeye çalışan Mehmet Salih’e ‘çocuğun alerjisi var, ekme padem’ dediğinde akan sular dururdu. (Çocuk dediği da ben tabii ki) 10 yıl oldu o bahçeyi ekeli, Mehmet Salih hâlâ badem ekmeye cesaret etmedi.
Çok girişken, çok iş bitirici bir insan olmadı hiç babam, o meziyetler genellikle anneme aitti ama ‘kimlerdensin’ deyip herkesle, her ortamda muhabbet kurmayı bir şekilde başarırdı. Büyük, küçük; yaşlı, genç; olmadık insanlarla ahbaptı. Ezgi bir seferinde ‘dedem benim bütün arkadaşlarımın ailelerini tanır galiba’ demişti. Çocuklara, gençlere ‘kimlerdensin’ diye başlar; didik didik ederek bir bağ kurardı.
Tutucu, muhafazakâr, sert bir baba olmadı hiç. Daha 1970’lerin başında 3 ablamı daha iyi eğitim için Aynikola’dan Lefkoşa’ya yatılı liseye gönderdi. Baf’ta okutmak daha yakın ve daha ucuzdu oysa. Zaten eğitime hep çok önem veren bir köy oldu Aynikola.
Benim 1980’li yılların sonunda üniversiteden kolumda bir nişanlıyla gelmeme de ses etmedi, hatta görmediği damadın ailesiyle tanışmaktan bile kaçınmadı.



Sert değildi ama doğal otoritesi vardı galiba. Hiçbir evlâda bir tokat atmadı, ama ben hariç hiçbirini şımartmadı da. Doğal otoritesiyle kuralları kendiliğinden işledi. Mesela erkeklerin şortla gezmesinden, hele insan içine atletle çıkmalarından işkillendiğini herkes bilirdi. Söylemedi, kimseyi kınamadı ama ailenin her bireyi bunu bilirdi. Mehmet Salih, babamla görüşeceğinde şortu çıkarıp pantolon giyerdi mesela. Veya babam geldiğinde atletin üzerine apar topar gömlek geçirilirdi.
Memuriyetin ve mal/mülk sahibi olmanın avantajıyla 1960’lı yılların sonunda Aynikola’daki evimize televizyon, araba aldı; hep iyi yaşadı ve yaşattı. Savaşla birlikte bağları, formoza/elma/kiraz bahçelerini, her şeyi geride bırakarak göç ettik. Köylüleriyle birlikte yerleştiği Ayguruş/Esentepe’yi beğenmedi, çünkü toprak yoktu. Toprak olmalı, ekip biçmeliydi. İlle bağ ekecekti. Bugünün Bodrum’u Esentepe’de deniz kenarında önerilen arazileri reddetti, güneyde bıraktığı bağlarına, bahçelerine karşılık Kumköy’den bir portakal bahçesi aldı. Esentepe nere, Kumköy nere… Ömrü bahçeye bakma aşkıyla yollarda geçti. Zamanla su da tuzlanınca verim iyice düştü, 5 harcadı 1 kazandı, yine pes etmedi. Bahçeye baktı, köyde asmalar ekti, budadı; ama bağ hevesini hayata geçiremedi. Gara üzüm yetiştirecekti Aynikola’daki gibi, olmadı. Mal/mülk bakımından kaybeden Kıbrıslılardan oldu, o konuda bile şikâyet etmedi.
Hafızası inanılmazdı. Bilmediği isim yoktu, unutkanlık hiç olmadı. Ölümünden bir hafta önce, 17 yaşındayken babasıyla bir diyaloğunu gözleri yaşararak anlattı. Öyle bir hafıza. Kulağı da radar gibiydi son ana kadar. Ama o televizyon gün 24 saat yüksek sesle hep açık kaldı. Ne gösterdiğinin önemi olmadan hep açık.
İyi ve dolu dolu yaşadı, yaşattı. İncittiği, kırdığı tek bir insan yok sanırım ömrü hayatında. Son birkaç yıl kas zayıflığı nedeniyle walker/yürüteç desteğiyle yürüyebildi. Yaklaşık 6 ay önce de düştü, kalçasını kırdı. Ameliyatı kolay oldu, iyileşmesi de. Çünkü kronik hastalığı ve ilacı yoktu. Bu 6 ayda evlatlar bakımını yaptı, özellikle Rengin ve Asım. Bakıcıyla hiç tanışmadı, en küçük evlat Asım gece gündüz yanından ayrılmadı. Ama kaslar dayanmadı. Bayramı da çocukları, torunları, torun çocuklarıyla birlikte geçirdi. ‘Çocuklar, herkes yemeğini yedi mi’ diye sormayı ihmal etmedi son gününde. Ve bayramın ikinci günü sabah, 7 Haziran Cumartesi günü saat 10.00 civarında evlâtlar yanındayken dünyadan göçtü, annemin yanına gitti. Biz biraz daha büyüdük.

(Haziran 2025)