Soyadıyla değil, adıyla var olan kadınlarımızdan. O bir öğretmen, yeminli mücahide. Kadının adının olmadığı yıllarda ilklere imza atanlardan; radyocu, hemşire, manken, tiyatrocu, şair…

“Siyaset ne gelir, ne kahramanlık yeridir… Çağatay’ın hep, her zaman onuruyla, dürüstlüğüyle anılması en büyük gururum”

Tuncay Çağatay veya Tuncay Manavoğlu. Her iki soyadı da toplumda ünlü, bilinen soyadları. Eşi Mustafa Çağatay, adanın gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden. Eski milletvekili, bakan, başbakan. Manavoğlu da, özellikle Limasollular ve ardından Girneliler için ünlü bir soyadı. Kalabalık, renkli bir aile. Ama O, hocanım diye bilindi, soyadından fazla adıyla. Edebiyat öğretmeni olarak Mağusa’dan Limasol’a, oradan Girne’ye çeyrek asır yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Bu bilinen yanı. Bilinmeyenleri de çok; toplumsal mücadele yıllarında yeminli mücahide, radyocu, tiyatrocu, manken, şair, hemşire… Kadının adının olmadığı 1950’li, 1960’lı yıllarda ilklere imza atan cesur, modern kadınlardan.  Deniz derya. Şimdilerde 83 yaşında, enerjisinden hiç kaybetmeden, inanılmaz bir hafızayla üretiyor. Çocukluk arkadaşlarını isimleriyle anıyor. Günlük haberler, politika, kitaplar, her şey ilgi alanı. Torunlara şiirler yazıyor, not alıyor. Ama en önemlisi kitap yazıyor, kardeşi ve diğer aile bireylerinin katkılarıyla. 32 yıl önce trajik, inanılmaz bir kazayla 52 yaşında hayatını kaybeden eşi Mustafa Çağatay’ın hayatını yazıyor. Politikacıların, gazetecilerin, tanıyanların anlatımlarıyla. Bazılarıyla röportaj yapıyor, bir kısmından yazılı alıyor. “Yaşarken ve öldükten sonra her zaman, herkes tarafından onuruyla, dürüstlüğüyle anılması en büyük onur” diyerek Mustafa Çağatay ismini gelecek kuşaklara taşımak amacı. “Siyaset ne gelir, ne kahramanlık yeridir. Bunun en iyi örneği de Çağatay’dır…”

İki günde 8 saat

Tuncay Çağatay ile yollarımız hiç kesişmedi. Ama belli ki birbirimizi uzaktan hep takip etmişiz. Yazılarımı, röportajlarımı takip ettiğini, kitaplarımı okuduğunu söyleyince onur duydum. Yüzlerce röportaj yapmama karşın onu niye geç buldum diye sitem edince yanıt da bulamadım açıkçası. Buluşmamızın aracısı, kadim dostum, Tuncay Çağatay’ın hayranlarından, sosyal medya fenomeni Uğur Karagözlü. Limasol kökenlilerin geleneksel bağlılık ve keyifli karşılaşmalarından yararlandım. Gerçi Uğur, yoğun program ve randevuları nedeniyle bize ancak bir süre eşlik etti ama buluşmamızın, tanışmamızın vesilesi oldu. Röportajın ilk kısmından detayları sosyal medya hesabından paylaşarak bu buluşmadan duyduğu heyecanı da ifade etti zaten.

Girne merkezdeki mütevazı apartman dairesinde iki günde tamamlayabildik röportajı Tuncay Çağatay ile. Hastane yakınlarındaki evini kızına vererek daha minimal hayat için 2014’te taşınmış bu daireye. Yaklaşık 8 saat konuştuk. O anlattı, ben dinledim. Çocukluğundan bugüne, Limasol/Leymosun’dan Girne’ye, toplumsal mücadele yıllarından 1974’e, göçlerden her biri trajik bir tarihte doğan çocuklarına, eşi Mustafa Çağatay’dan oğlu Erek Çağatay’a ailenin politik duruşuna kadar konuşulabilecek her şeyi. Ve tarihe geçen kaza gecesini. Eşinin akıbetini, yüz metre ötede trafik kazası geçirdiğini yaklaşık 10-12 saat sonra öğrenebildiğini hayretler içinde dinledim, bu coğrafya adına travma yaşayarak.

Arşivini, albümler dolusu fotoğraflarını karıştırdık birlikte. Hatta annesinin daha 10 yaşlarındayken işlediği örtüleri, yastık kılıflarını inceledik. Elbiseye dönüştürerek kullanmış, yaşatmış bu örtülerden bazılarını.

Özetle, Tuncay Hanım’ı konuştuk. Bugüne kadar eş olarak konuştu hep, bu röportajda biz onu konuştuk.

Sandalyeyle önce terziye, sonra okula. Gara Mehmet rest çekti!

Limasol, 1939 doğumlu Tuncay Hanım. 6 çocuklu bir ailenin 2 kızından biri. Baba manav, soyadları da burdan geliyor. Manavoğlu. Çarşafı 1964’te çıkaran anne usta bir terzi. Çocuklarının, hatta sonradan torunlarının dört başı mamur giyimi, kuşamı, her şeyleri ondan soruldu hep. “Zeki, yetenekli bir aileydi. Hep mutlu olduk, hep çok değer gördük, ilişkilerimiz hep çok iyi oldu” diyor ailesi için. Annesi, 2003’te 93 yaşında hayatını kaybedene kadar torunlara da bakmış.

Kardeşlerinden en büyüğü, ünü Limasol/Girne sınırlarını aşan öğretmen, futbolcu, izci lideri abisi Kara Mehmet (Mehmet Manavoğlu), hayatının her döneminde kaderine yön verdi. Hayatını kaybetmesinin ardından kardeşi İbrahim Erkan Manavoğlu tarafından “Ağabeyim Kara Mehmet” adıyla kitaplaştırılan ailenin en büyük abisi, Tuncay hanımın hayatının her döneminde belirleyici olmuş efsane bir isim.

“… İlkokulu bitirdim,  annem terziye verdi. Sandalyemi alıp terzi yanına gittim. Limasol’da kızlar için ortaokul yoktu, Lefkoşa’ya gitmek gerekirdi. Bu da çok zor. Hem para yok, hem mahalle baskısı var. Abimler var, onlar da okur. Annem ‘ancak erkekleri okutabiliriz’ dedi. Şansımdan o yıl ilk defa Limasol’da ortaokula kızlar da alınmaya başladı. Bu durum olunca lise son sınıftaki abim Mehmet, ‘Tuncay terziye değil, okula gidecek’ dedi. Hatta ‘okula göndermezseniz, okulu bırakır asker yazılırım, Süveyş kanalında çalışırım ve Tuncay’ı okuturum’ diye rest çekti. Onun bu diretmesi işe yaradı, beni okula verdiler. Okulda sandalye yoktu, terziye gittiğim aynı sandalyeyle okula gittim…”

Bütünlemeye kalanın devam şansı yoktu, masraftı

Yıl 1952. Sedat Simavi Ortaokulu’nda 50 kişilik sınıfın yaklaşık 20’si kız. İsim isim hatırlıyor çoğunu hâlâ Tuncay hanım. Öğretmenleri de. O kadar imkânsızlık varmış ki, sınıflar seloteksle ayrılırmış bir birinden. Öğretmenlerin çoğunluğu ilkokul öğretmeni, öğretmen yok. Matematik ve fen öğretmenleri Türkiye’den. “O imkânsızlıklara rağmen çok iyi eğitim, çok disiplin vardı” diyor.

Bütünlemeye kalanın devam şansı olmadığı zamanlar. “Bütünleme, sınıf tekrarı, masraf demekti. Kalan okulu bırakırdı”. Tuncay, bütünlemeye kalmadan mezun olur ve lise…

“Fen derslerim iyiydi ama en çok felsefe ve psikolojiyi severdim. Lise sonda Olgunluk Sınavı vardı, Türkiye’de okumak için bu sınava girmek şarttı. Bir de Hükümet Sınavı vardı, o da devlette işe girmek içindi. Her aşamada sınanırdık. Türkiye’ye üniversiteye gitme ihtimalim olmadığı için daktilo öğrendim, hedefim okulu bitirince İngiliz Üsleri’nde sekreter olmaktı.”

Ancak Felsefe hocasının teşviki ve yine abisi Kara Mehmet’in ‘Tuncay üniversiteye gitsin, ben o bitirene kadar evlenmeyeceğim, masraf çıkarmayacağım’ şeklindeki desteğiyle üniversite yolu da açılır. Tuncay, Olgunluk Sınavı’na girer, kazanır. Kimya okumak ister, ama kontenjan olmadığı için edebiyatı seçer. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih, Coğrafya’da eğitim için 1957’de ilk kez ada dışına çıkar. Diğer abisi Güner da ordadır, yol gösterici ve destek olur.

Öğretmenlik Mağusa’da başlar, Limasol ve Girne’ye uzanır

Eğitimini tamamlayarak 1961’de adaya öğretmen olarak döner. Limasol’da boş yer olmadığı için Mağusa Namık Kemal Lisesi’ne tayin olur. Genç bir kız için zordur, uzaktır ama aynı abi yine imdada yetişir. Kara Mehmet tayinini Mağusa’ya aldırır, yardımcı ev tutarlar, birlikte kalırlar.

Bir yıl sonra boş yer açılmasıyla tayini Limasol’a çıkar ve 1974’e kadar burada öğretmenlik yapar. Nesiller yetiştirir. 1974 sonrası da Girne’de, Anafartalar Lisesi’nde, 1986’da emekliye çıkana kadar öğretmenliğe devam eder. Emekliliğin ardından yaklaşık 4 yıl da Milli Arşiv’de Osmanlıca çevirmenlik yapar ve iş hayatını noktalar.

İlklerin kadını… Tiyatro, voleybol, mankenlik, şiir

Eğitim hayatı yanında, hep ilklere imza atar. Adanın parlayan yıldızı Limasol’da yaşamanın da etkisiyle renkli bir hayatı olur.

Daha ortaokulda tiyatro sahneler arkadaşlarıyla. Sonraki yılların ünlü tiyatro sanatçısı Yücel Köseoğlu da bir üst sınıftan, aynı oyunda. “Annem laf olacak diye karşı çıktı ama oynadık. Herkes geldi seyretti, alkışladı ama sonra da ayıpladı…”

Lisede voleybol takımı kurarlar. Hatta yeterli sayıda kız bulamayınca erkeklerle tamamlarlar takımı. 3 kız, 3 erkek. “Baf’a bile gidip oynadık” diyor keyifle, gururla.

Yardım amaçlı etkinliklerde sahneye çıkıp mankenlik de yapar.

Üniversite yıllarında faaliyetler devam eder. Toplumsal mücadele yılları. Tatil için adaya geldiklerinde TMT Gençlik Kolları’na yardım için oyun sahnelerler. Oyunun adı Tersine Dönen Şemsiye. Sahne arkadaşları Yücel Köseoğlu, Özkan Sayılı, İsmet Çaydamlı, Şöhret Ahmet, Neriman Cemil, Behcet Mustafa, Şefik Hüseyin. Yarım asırdan fazla zaman geçti ama hem sahne, hem oyun, hem oyun arkadaşları dün gibi aklında.

Öğretmenlik yıllarında da şairler gecesi düzenler arkadaşlarıyla, sunuculuk yapar bu gecelerde.

O artık mücahide, hemşire, radyocu…

Toplumsal çatışmaların başlamasıyla her şey gibi okullar da kapanır. “O yıl (1964) sadece son 3 ay ders yaptık ve mezun ettik” diyor.

Bu dönemde birçoğu gibi toplumsal görevler üstlenir. Milli duyguları harekete geçirmek için Limasol’un Sesi adıyla kurulan radyo ve gazetede, Sancaktar’ın çağrısıyla diğer öğretmen arkadaşlarıyla birlikte görev üstlenir. Skeçler sahnelerler radyoda. Yeni kurulan hastanede hemşirelik de yapar. İğne yapmayı, ilk yardımı öğrenir. “Sabah hemşire, gece radyocuyduk” diyor.  Bu dönemde TMT yemini yapar.

Gel nikâh kıyalım dedi, gittiler, 2 şahitle evlendiler

M. Çağatay da Limasol’da karşı komşunun oğlu. Avukat. 19 yaşından beri TMT’de. Ziya Rızkı ve Ramadan Cemil ile birlikte TMT’nin bölgedeki ilk hücresini kuran isim. “Sınıf arkadaşım kardeşiydi, Çağatay bizden büyüktü. Ama hep aynı mahalledeydik” diyor.

Çağatay da adıymış, M. Çağatay Ali. Sonradan, yıllar sonra adını soyadı olarak almış.

“Zamanla yakınlaştık. Mahalle baskısı vardı, öyle yan yana yürüme zordu. Olaylar, mekânlar bizi bir araya getirdi. Baktık iyi anlaşıyoruz. Duygular da örtüşünce el ele tutuşup ailelerin karşısına çıktık. Benim ailem makul karşıladı ama onun ailesi karşı çıktı…”

Ailesinin itirazına rağmen Çağatay, Tuncay’ı elinden tutar, ‘nikâh kıymaya gidiyoruz’ der. Yıl 1965. Tegi Bey’e giderler nikâh için, sadece iki şahitle. Onlar da Şule Keleşoğlu ve Kara Mehmet.

İlk çocuğu Ersan 1966’da doğar. Kızı Çağın 1970, en küçük oğlu Erek ise tam savaşın içinde, filmleri aratmayan bir macerayla 1974 doğumlu.

Limasol parlayan yıldız. Liman kenti, Üsler var, hayat renkli

Limasol’da hayatın ne kadar renkli olduğunu da anlattı röportaj boyunca.

“Liman kentiydi Limasol. Ticaret yapılırdı buradan. Turistler gelirdi. Fasur Çiftliği, Yahudiler vardı. Özellikle 1960’tan sonra İngiliz Üsleri’nin de kurulmasıyla çok şey değişti. Ticaret hayatı da gelişti. Kadınlar Üsler’de çalışıp para kazanmaya başladı. Hayat seviyesi yükseldi. Eğlenceler, gazino, tüccarlar, her şey vardı. Kral Faruk’u yolda görebilirdiniz. Hafta sonu herkes yemekte, eğlencede, danstaydı. Futbol takımlarımız vardı, kadınlar maçlara gider, tezahürat yaparlardı. Adanın en parlak yerlerinden biriydi Limasol…”

Duvarlar delinir, bir evden diğerine geçiş için… Çünkü av gibiydik

Toplumsal çatışmaların başlamasıyla ada geneli gibi onların hayatı yeniden şekillenir, daralır. Hatta daha çok etkilenirler, çünkü Rum/Türk karmadır kent. Gerginliklerin artmasıyla 1958’den itibaren babanın işi etkilenir, mahalleler ayrılır.  Hatta 1963’te Lefkoşa’dan başlayarak ilk kurşunların sıkılmasıyla bir evden diğerine geçiş için evlerin duvarları delinir.

Ailenin bireyleri, kendi hep olayların içinde yer alır. Abi Kara Mehmet, Lefkoşa’yla irtibat için Sancaktar kararıyla gönderilen 4 kişilik ilk heyette yer alır.

Onun da görevleri olur. “Siz de o dönemde yaşasaydınız, siz de aynılarını yapardınız. Herkes yapardı. Çünkü her an yok edilebilirdik, av gibiydik” diyor.

Savaşın ortasında doğum ve göç

1974 savaşını birçok Kıbrıslı gibi trajik şekilde yaşar.

“Çağatay görevde, yok. Doğum yapacağım gün, o gün. Evimize yeni taşındık, karnım burnumda, valiz hazır, doğuma gidecem. 2 de çocuk var. Hastaneye gittik, her taraf yaralı dolu, cesetler var. Halk hastanenin bahçesinde. Doktor, hemşire yok. Ortalık ana baba günü. Dışarda neler oluyor bilmem. Aniden bir alkış sesi duydum, Türk askeri geldi sandım. Meğer Türk bayrağını indirmiş Rumlar ve alkışlattılar…”

Savaş nedeniyle hastanenin devre dışı kalmasıyla Üsler’e gönderilir, oradaki hastaneye. Karnı burnunda, yanında 2 küçük çocuk, yalnız başına. Stresten doğum gecikir, 28 Temmuz’da doğar Erek. Ve yaklaşık bir ay orada kalır çocuklarıyla, bebekle. Annesi, orada çalışanlar aracılığıyla yiyecek, giyecek gönderir.

Ve birçok Güney göçmeni gibi kaçak yollardan, Rum/Türk kaçakçılara para ödeyerek, her şeyi geride bırakarak Kuzey’e geçerler. “Bir arabada iki kadın, 4 çocuk. Dr. Sait Güven’in eşi Işık da bizimle aynı arabadaydı. Onun da bir çocuğu vardı. Yaklaşık 30 Kıbrıs Lirası ödedik. Korkunç bir yolculuktu. Dikelya/Pergama üzerinden geldik. Tıs çıkmadı o arabada, nefes almadık sanki. Bir aylık bebeğim bile hiç ses çıkarmadı.”

Valizler de arkadan gelir, yine rüşvetle, taşıyıcılar aracılığıyla.

Mustafa Çağatay ise, esir düşer diğer Limasol Türkleri gibi. 3 ay esir kalır ve yasal yollardan mübadele ile aylar sonra kuzeye geçer. Girne’ye yerleşirler.

Travma yaşamadım, Kıbrıs çoktan bölünmüştü…

Limasol’dan sonra Girne’de yaşam zor olmadı mı?

“Kolay adapte oldum. Zaten oradan herkes buraya gelmişti. Benim ah vah çekme huyum da yok, önüme bakarım. Yeni evimizi, arabamızı, eşyamızı bırakıp geldik ama bu kaçınılmaz bir durumdu.  Herkes aynı durumdaydı. Yerleşmek, yeniden hayat kurmak zordu ama adapte olduk. Zaten hep taksim olacak, Girne’ye gideceğiz derdik. Kıbrıs’ı çoktan bölmüştük…”

Milletvekili olarak geldi, hep hizmet etti. Yapamayacağını görünce bıraktı

Gençlik yıllarından beri TMT’de görev alan M. Çağatay, 1970’te milletvekili seçilir. “Kızımın doğduğu gündü seçim. Doğurdum ve geceliğin üstüne sabahlık giyerek oy vermeye gittim” diyor Tuncay hanım.

Savaşın ardından milletvekilliği devam eder. 1976’dan itibaren ise iki dönem UBP’den milletvekili seçilir. Maliye ve Çalışma bakanlıkları yapar. 1978’de Başbakan olur. 1983’te KKTC ilan edildiğinde başbakandır. Ama bir hafta sonra istifa eder. Hâlâ gizemini koruyan bir istifa…

Bol geldi siyasete

Çok konuşuldu, çok yazıldı ama bir kez de biz soralım dedik bu istifanın nedenini. KKTC’nin ilânıyla mı ilgiliydi, neydi neden?

“KKTC’nin ilân edilmesi hayaliydi. Çok mutlu olmuştu. Ama bazı istekleri olmadı, istediği gibi gitmedi. Kurucu meclis ile ilgili görüşleri vardı, onlar olmadı. Parti içi durumlar, hizipleşmeler… Fakat kimseyle kapışmadı, kavga etmedi. Yapabileceğini yaptı, yapamayacağını görünce bıraktı.  Durup öyle sorunları, bir şeyleri anlatan biri değildi. Prensip sahibiydi. ‘İstediklerimi yapamayacağım yerde ne işim var’ derdi sadece.

Ketumdu, anlatmazdı, konuşmazdı. Hep öyleydi. Hayatımda onun kadar iyi dinleyici görmedim. Asla konuşmanızı kesmezdi ve gerçekten dinlerdi. İyi dinler, yerinde konuşur, insana değer verirdi. Bilge insandı.  Siyasete gelir kapısı, meslek veya kahramanlık yeri olarak görmedi. Bence de öyle; ne gelir, ne kahramanlık yeridir siyaset. Bol geldi sanırım Çağatay o dönem siyasete…”

Kazada kasıt yok ama tam bir trajedi, filmlere konu olacak cinsten

Mustafa Çağatay, 3 Nisan 1989’da, daha 52 yaşındayken bir kaza sonucu hayatını kaybeder. Hem istifasındaki gizem, hem o günlerde yeni bir oluşum içinde yer alacağına dair söylentiler, hem de kaza şeklindeki anormallikler nedeniyle bu ölüm çok tartışılır. Suikaste varan iddialar gündeme gelir, haber ve yorum konusu olur yıllarca.

Konu çok tartışılmasına ve yazılmasına karşın ilk ağızdan sormak istedik Tuncay Çağatay’a.

“O günlerde yeniden bir yapılanma için girişimler vardı. Zaten Çağatay hep odaktaydı. Avukatlık ofisi merkez gibiydi. Ama kazada kasıt yok. Ofiste kısa bir iş için kardeşimle birlikte çıktı. Ani bir iş. Kim nerden bilecekti de planlama yapsın! Öyle bir ihtimal yok ama kaza şekli, sonrası, nerde olduğunu saatlerce bulamamamız, müdahale yapılmaması inanılır gibi değil…”

Kimsesiz diye gömülecekti

Ve film gibi geceyi anlattı Tuncay hanım, KKTC’yi en iyi anlatan geceyi…

Gece evde otururken, avukatlık ofisinden bir belge almak için Tuncay Çağatay’ın kardeşi ile birlikte evden çıkar Mustafa Çağatay. Hemen gidip geleceği için cüzdanını bile almaz. Kardeşin arabasıyla giderler. Ev ile ofis arası mesafe çok kısa. İşlerini bitirince ‘sen git, ben eve yürüyerek dönerim’ der Mustafa Çağatay. Ancak saatler geçer, dönmez. Tuncay Hanım merak eder, birlikte çıktığı kardeşine ulaşır. ‘Ben ofisten çoktan ayrıldım, o yürüyerek gelecekti’ der. Ancak gelen giden yok. 3-4 saat daha geçer, bu kez kız kardeşini arar, onun eşi çıkar gelir. Tuncay hanımla birlikte arabayla tur atarlar, ofise bakarlar, hiç sonuç alamadan geri dönerler. Sabahı sabah eder Tuncay Hanım, Çağatay hâlâ yok. İyice tedirgin olur. Gün ağarmaya başlarken bu kez abisi Kara Mehmet’i arar. Bir tur da onunla atarlar. Polise giderler. Uykulu polislere dert anlatmaya çalışırlar, ‘araba devriyede’ diyen polisler ilgilenmez. Abisi Tuncay hanımı evine bırakıp dönerken, havanın da biraz ağarmasıyla yolda kan izi fark eder. Durup oradaki kahvehaneye sorar, kaza oldu mu diye. Yeni açan kahvehaneden bilmiyoruz yanıtını alır. Bu kez hemen karşıdaki hastaneye gider Kara Mehmet, orada sorar, gece bir kaza olduğunu öğrenir ama kim olduğunu bilmezler. Tüm hastaneyi dolaşır, yok. Kaza yapanın eşyalarını görmek ister ve hırkayı tanır. Kaza yapan kimliksiz kişinin Lefkoşa’ya gönderildiğini öğrenince oraya gider ve gerek Girne’de, gerek Lefkoşa’da öldü diye hiçbir müdahale yapılmayan kimliksiz kimsesizin Mustafa Çağatay olduğunu öğrenirler………..

“Aramasak, izleri takip etmesek kimsesiz diye gömülecekti ve Mustafa Çağatay kaçırıldı diye arayacaktık” diyor Tuncay Hanım.

Kimi, hangi birini dava! Delirirdim

Önündeki arabayı geçmeye çalışırken yolun kenarında yürüyen Mustafa Çağatay’a çarparak ölümüne neden olan aracı, sürücüsünü, geçmeye çalıştıkları aracı süreç içerisinde parçaları birleştirerek öğrendiklerini anlattı Tuncay Hanım.

Dava açtılar mı, bu zincirleme ihmalin peşine düşmediler mi!

“Yolun kenarında yürümesine rağmen yol ortasında yürüyordu diye polis raporu hazırlandı. Olayın tek tanığı öndeki araç tanıklıktan kaçındı. Kimle, nasıl uğraşacaksınız… Mahkemeye versem hangi birini vereyim!  Polis, hastaneler, sağlık görevlileri; her aşamada ihmal. Peşine düşsem delirirdim. Zaten yüreğim alev alevdi. Ailemin, arkadaşlarımın da destek ve teşvikiyle çocuklarıma odaklandım… Ve zamanla doğru yaptığımı daha iyi anladım. Önemli olan onu, adını yaşatmaktı. Bugün geriye baktığımda, aradan onca yıl geçti, hâlâ onuruyla, duruşuyla anılıyor. Bundan büyük gurur yok.”

HP çok beğendiğim bir parti, Özersay güven verir

Eşinin ardından, oğlu Erek de politikayla tanıştı. Bir dönem Halkın Partisi’nden milletvekilliği yaptı.

“Ben birey olarak hiç parti çalışmalarına katılmadım. Kadın kollarında falan da bulunmadım. Sivil toplum örgütlerinde yer aldım hep. Kadınlar Birliği, Emekliler Derneği, Diyabet Derneği gibi.  Ama politikayı hep takip ederim. Toparlanıyoruz Hareketi kurulduğunda çok ilgimizi çekti. Manifestosunu çok beğenmiştik. Kudret Bey (Özersay) evimize geldi o zaman, ailece destek istedi.  Erek’in milletvekili adaylığı öyle oldu. 2018’de seçildi. Geçtiğimiz ay yapılan seçimde HP’nin oy kaybetmesinin nedeni para dönmesi. Benim hâlâ çok beğendiğim bir parti.  İçtiği çayın parasını ödeyen insanlar onlar. Dürüst, şeffaf. Dünyada ne olursa ilk haber veren Kudret Bey’dir. Dürüst, donanımlı, güven verici.”

Kitap yakında

Son 18 yıl kızının çocuklarını büyütmek için İstanbul’da kalan, pandemiyle birlikte adaya dönen Tuncay Çağatay’ın şimdi en büyük uğraşı eşiyle ilgili kitap. “Ben anlatırsam taraflı olurdu. İlgili insanların anlatımlarından oluşacak” diyor kitap için. Kitaba girecek röportaj ve yazıların bir kısmı hazır, bir kısmını bekliyor. Mustafa Çağatay’ı bilen, birlikte çalışan, anısı olan politikacılar, gazeteciler, herkes listesinde. “Belki bu kitapla istifasındaki sır perdesi de kalkar” diyorum, “Varsa bilen ve anlatır, umarım kalkar” diyor Tuncay Çağatay.

(Şubat 2022)

Bir Cevap Yazın